
.
penny charade
libby
"have you any idea how much i despise you?" spits mrs pennington...
"auden said it all: 'we must love one another or die.'" says mrs brooks...
and bunny junior feels he has become immune to this crazy grown-up world...
.








Vedat Abi bizim için Suat’ın babası olmaktan öte, hatta Suat’ın babası olmaktan ziyade, Vedat Abi idi tüm çocukluğumuzda. Yazlığa geldiği anda bizim kızlar olarak, bize sadece ve sadece “nasılsınız çocuklar” diyecek olmasından bile mutlu olurduk. Beyaz giyerdi Vedat Abi hep, beyaz şalvar pantalon giyerdi mesela – şalvar pantalon o yıllarda kimselerde olmazdı, üstüne beyaz t-shirt giyerdi; hep fit hep bronz hep yakışıklı ama en önemlisi hep güleryüzlüydü.
Ofiste uzun zamandır “aman olmasın” dediğimiz bir iş, bugün oldukça az yoraraktan bizi, geçti, bitti, oh çok şükür.
Hala çocuk olduğumuz yıllarda The Blues Brothers’ı ilk kez izlediğim zaman mutluluktan deli bir insan olmuştum (ama Elwood’a değil de Jack’e delirmiştim); sonra da her fırsatta, zamanında video izlediğimiz yıllarda kafam kadar kasetlerde, devamında dvd’de, trt’de show’da falan her karşıma çıktığında izledim / hala da izlerim – TBB babamla en favori filmimizdi, statik olan herşeyden nefret eden annemse bizim aynı filmi defalarca ve defalarca seyredip, aynı yerlerde böğürerek gülmemize asla anlam veremedi. Yıllar içinde her alanda olduğu gibi filmlerde de “psycho-noir olsun, bizim olsun” diyen bir bünyem olmasına rağmen, TBB bir kenarda çocukluk olarak duruyor, hala aynı sahnelerde gülüyorum salak gibi... hatta hafiften dürtme bile olabilir etraftakileri, “a-ha-hahaha işte burası çok süper” diye... Bak şimdi de dürtercesine söyliycem: en çok hani bunlar konserden kaçarlar ya her taraf polis kaynarken, işte orayı severim. Bi de tabii ki ona buna verdiğim için defalarca ve defalarca satın aldığım soundtracki var ve sanırım tüm soundtracki seviyorum ama işte galiba everybody needs somebody to love’ı biraz daha fazla seviyorum, sanki. 

O zaman çayımız demli olsun.
tam depresif üzgün müzikler dinleyip, kendimi uykuya vermem gereken bir haftasonu. Ama bugün Gülsen’in doğumgünü –alkole verdiğim uzun es döneminin de sonu (çok şükür). Babamın, annemin doğumgününde ölmesi, annemin doğumgünlerine bir kasvet getirmiyor – sanırım kasvet getirsin diye değil de, onu anmadan keyif yapmayalım diye bir sözleşme imzalamış kendisi, yukardakiyle... “Denizden babam çıksa yerim” diyen babamın anısına balık yiyip, alkol alıcaz Gülsen’le – her sene yaptığımız gibi. Akşam da Çello Etrafında Buluşmalarda Süreyya Operasının kırmızı kadife perdelerinde ruhlarımızın dinlenmesini diliyorum, Gülsen’e hediye olaraktan.
e bozmaktan, kuyruk denince basmaktan başka bi bok anlamayan halkımızın zaten gelirken “ben OGS’li bir insanım, o taktirde OGS çizgileri arasından gitmeliyim, ki işte benim ne kadar da salak olabileceğimi düşünüp, yerleri sarı sarı çizmişler” demesi, keza KGS kullanan bir insanın “ben beyazlardan gitmeliyim, çünkü beyazlar KGS” demesi, bu şekilde koşullanarak sıraya girmesi, asla şeritler arasında anlamsız gezintilerde bulunmaması, KGS’nin gişesinde elinde 5 TL kağıt para ile arkasındaki araçlara gülümsememesi falan beklenemez.
a, beni alıp towers’a çıkarttı. Çok turistik. 120 katı 10 saniyede falan çıkan bir asansör (ve o asansörün içine seneler önce konulmuş ve orada unutulmuş bir elevator-boy) ile tepeye vardık. Daire şeklindeki katta dış çeperin yaklaşık 1 metrelik bir kısmı döner bir mekanizmaya sahip. Şimdi bunu başka bir ülkede olsa, pek teknolojik, pek şahane, pek şöyle pek böyle falan diye değerlendiririz kesin ama burada direkt “o kadar tembeller ki, 10 dakka yürümemek için katın etrafını döner yapmışlar” diyoruz. Sen durduğun yerde duruyorsun, hafif kokteyl tadında, o kısım yavaştan yavaştan dönüyor. Camlara da bildiğimiz ilkokul seviyesi stickerlarla o esnada görmemiz gereken yerlerin isimlerini yazmışlar. İşte bilmemne palace, bilmemne center falan.
Hayattaki en güzel şeylerden birisi sevdiğimiz yazarların yazdıkları kitapları yayınlandıkları anda (yani tam da susuzluktan çatlayacakmışız gibiyken) alıp, bir solukta okumak diye düşünüyorum.
O yüzden sevdiğimiz yazarlar sonsuza kadar yaşasınlar ve de beyinleri sulanmadan / aynı kalitede yazmaya devam etsinler... Amin.
Ve tabii keşke sevdiğimiz tüm yazarların kitapları yayınladıklarında (en azından 1-2 günlüğüne bile olsa) bizler de o ülkelerdeki kitapçılarda raflar arasında dolaşabiliyor olsak. Onları alsak, sonra gitsek başka raflar arasında yerlere oturup, kitaplardan kitaplar beğensek, gittiğimiz uzak diyarlarda elde var sadece bikaç gün iken, o kitapçılarda en azından bir tam günü geçirsek...
Ülkemizde de sevdiğimiz yazarlar var tabii, onları da her daim hasretle bekliyoruz. Bizim memlekette çok fazla raf dolaşıp içimize kitap kokusu çekmemiz pek mümkün olmuyor ama buna da şükür...
Pygmy normalde bugünlerde ellerimin arasında olacaktı ama getirecek kişi gelişini 1 hafta erteledi (çok bedbahtım). Neyse, haftaya benim olacak yavlum chuck’ımın son işi. Yine son derece ruh hastası olduğunu tahmin ettiğim kitabı, helecandan titreyerek ve de gözlerime uykular girmemecesine okiycam inşallah.
Burda da Pygmy ile ilgili konuşan Chuck var!
Btw pazar gecelerini ve pazartesileri hiç sevmiyorum, ezelden...
.
.

Sırf onu görmek için gidilir sergiye. Moleskine defterleri yıllardır severek tüketen bir ekibiz biz ofiste, sanırım hepimiz sadece moleskine kullanıyoruz – biz de süper bir sergi çıkartabiliriz çeşit ve içerik açısından. Ama bizimkilerden “tek kullanımlık beyaz eldivenler giyilerek gezilecek bir sergi” olmaz, biz zaten kahve falan döküyoruz daha ziyade üstlerine, yaşanmışlık gösterir diyerekten… Zaten bugün ellerimizde forensics tadında beyaz eldivenler ve de ayaklarımızda ince & yüksek topuklarla acaip zorlandık demir delikli panellerin üzerinde bir bloktan diğerine geçerken – ceylanca sekmeler gereksiz. Giderseniz topuklularla gitmeyiniz diye diyorum. Bi de biz ordayken (enerji müzesi ya orası) bir grup çocuk geldi, eğitmen enerji kaynaklarını sordu; çocuklardan toprak, ışık gibi çığlıklar yükseldi… eğitmen de otomatiğe bağlamış olarak çocuklara; “sürdürülebilir enerji yani sürdürülebilir yani hiç bitmiyor” dedi. Sanırım karşılıklı pek güzel anlaştılar….bmp)
adyo Eksen’de her reklam arasında “NTV Bilim” en başta çıkıyor. Tüm NTV reklamlarını konuşan tok sesli şahsımız bize “Hepimiz Afrikalıyız! İnsan 60bin yıl önce başlayan yürüyüşte nereye vardı?” diye soruyor. “Bi yere varmadık anam” demek istiyorum ben, “fazla yürümedik de zaten biz. Afrikadan çıktık, hafif sağ sonra az topla sonra hafif sol yapıp, memlekete geldik, emmi usulü oturuşlar çömdük ağaç altına, hala ordayız.”
Kendisi 60lı yaşlarda bir Avustralyalı yazar ve de kitabın her bölümünde biryerlerde bir konuşma yapıyor, o konuşmaların etkilerini hem okuyucu olarak biz böğrümüzde hissediyoruz, hem de Elizabeth teyze kendisi kendisini keşfediyor. Misal ben vejetaryan falan değilim ama Elizabeth kesimhaneleri anlatığında “bir daha yiyemiycem anasını satiim” dedirtiyor okuyana ama sonra kendi kendisi ile de yüzleşiyor, “iyi hadi yemedik kuzuları / danaları, deri çanta da kullanmadık ama abicim ayakkabıları napıcaz” diyor... O noktada biz de “oha! Hakkaten abicim” diyoruz. Olay sadece kürk giymem diye soyunmakla bitmiyor... Sıkıyosa deri de kullanma, deri mont falan demiyorum bak, deri ayakkabı çizme falan giyme.
Kitap 1899’un son gecesinde, borç harç içinde ve kumar batağındaki iyi aile çocuğu Josef Rubashov’un sadece heyecan için şeytanla kumar oynaması ile başlıyor. Kumarda kaybederse ruhu şeytanın olacak ve de sonsuza dek yaşayacak. Kumarda kaybediyor tabii. Bu başlangıç birçok hikayenin başlangıcı olmuştur eminim ama bu noktadan sonra Rubashov 1900’lü yılların içindeki tüm vahşetlerde ve olası tüm kötülüklerde yer alıyor – bir çoğunda ölebilmek için gidiyor, bazılarında orada yaşarken mecburen durumun bir parçası oluyor. Kendisi gibi şeytana ruhunu satmış birkaç isim de etrafında oluyor uzun yıllar boyunca, bazen şeytan da yakınlarında oluyor – farklı karakterlere bürünerek… Çocuğunun yüksek ateşten hastayken, durumun menenjite dönmesi ve çocuğun özürlü olması ile başlayan kişisel felaketleri ailesinin yangında tamamen yok olması ile bitiyor. İçinde bulunduğu toplumsal felaketlerden en kötüsü ise bence (ki aslında hepsi çok kötü ama) Hessen’de bir bakım ünitesinin içindeki “washroom”un inşaatına yardım ediyor – fayansları döşemek üzere gelmesi gereken ekip, bir sebeple gelmeyince, Rubashov ve diğer birkaç kişi girişip washroom’u tamamlıyorlar – sonra burada insanlar yakıldığı zaman ancak, anlıyor neyin inşaatına yardım ettiğini. Bu dönemler hani 1940lar diye, biz şimdi yaşayanlara pek eski / şimdi olsa hayatta izin verilmezdi gibi geliyor ya; yıllar sonra Sırpların yaptıkları da Rubashov’un yaşadıkları arasında…

