25 Ekim 2009 Pazar
"i just found this world a hard place to be good in"
.
penny charade
libby
"have you any idea how much i despise you?" spits mrs pennington...
"auden said it all: 'we must love one another or die.'" says mrs brooks...
and bunny junior feels he has become immune to this crazy grown-up world...
.
28 Eylül 2009 Pazartesi
Nice...
Karadeniz’de kar bile yağmış ama bize henüz yağmurlar, rüzgarlar.
Sevdiğimiz insanlar tatillerini tamamladılar döndüler, hayvandan – gülsene, en bi sevdiğim büyükustaya ve sevip sevmememden bağımsız etrafta görmeye alışık olduğum insanlara kadar.
Kırmızılar yine sıcak sıcak içimizi ısıtmaya başladılar. Kırmızıları koyduğumuz kocaman şeffaflar geri geldiler sık kullanılan rafına, boğazkereler bizim.
Kırmızı ojeler de geri döndü, seyrek de olsa. Siyah yüksek topuklar da, artık tahta parkelerde ince topukların izleri sık sık.
Sabah tüm stresimi alıp götüren noir desir yüksek volume evde. Bu hafta Babylon açılıyor. Sonra Akbank Caz başlayacak, Ghetto’da Roxy’de Babylon’da. Santral İst’da Otto yenilendi. Tamirane’de fısıl fısıl muhabbetlere başladık bile zaten. Filmekimi gelecek. Oz filmler seçecek, biletler alıp sadece bir cmts üstüste 3 filme gidip diğerlerinin hiçbirine gitmeyeceğiz muhtemel.
5 Eylül 2009 Cumartesi
Not for Sale
Artık eylül ve oldukça boktan geçen bir yaz bitiyor, sonbahardan biraz beklentim var, en azından 2 tane planlanma aşamasında seyahatim var; yaz sıcaklarından da acaip sıkıldım zaten.
Yaz sıcakları, safi pide yemeler, gün boyu oruçlar falan derken; zaten kıt zekası olan halkımızın beyni iyice pideye döndü sanırım. Saçmalamalar üstüne saçmalamalara denk geliyorum.
Şimdi acaba, adam ani bir travma geçirip, “evim beğeniliyor demek ki satmiyim mi” dedi bir anda; yoksa amca aslında nuri alço falan mı, evi görmek için gidince “hava da çok sıcak, bi gazoz veriyim mi yavrum?” diyor gelenlere...
27 Ağustos 2009 Perşembe
Aborjinlere hakaret...
23 Ağustos 2009 Pazar
Barefoot
(Bu arada Stiglitz’i oynayan Til Schweiger’in Berlin’de kendi production company’si olması ve de adının Barefoot Films olması?!?!)
21 Ağustos 2009 Cuma
Helecan
13 Ağustos 2009 Perşembe
6 Ağustos 2009 Perşembe
He's our Man
4 Ağustos 2009 Salı
Ladies' Man
Aslında pek de severim ama işte kılım bu kadar olay olduğu için…
Asıl o diil de, açıkhava deyince kimin konseriydi hatırlamıyorum ama 1-2 sene önceydi; ses düzeninde bir problem oldu, mikrofon mu çalışmadı ne, teknik bir çocuk -sözde kimseleri rahatsız etmeden- sahneye çıktı, işte neyse yaptığı, yaptı, böyle küçükhüsamettin tadında adımlarla sahneden çıkmaya çalışıyordu ki... üzerindeki bermuda şort bir anda dizlerinin seviyesine düştü - adamın donu yoktu, bütün açıkhava adamın kıçını gördük, bir anda açıkhavadan toplu kahkaha sesi yükseldi…
2 Ağustos 2009 Pazar
Hello There
BH: Who you know and whatever situations you find yourself in with whatever people—it’s all sort of arbitrary. There are an infinite amount of doors you could’ve opened.
TW: And walk right out and walk right into another door and start another life six blocks away.
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Dark (K)Night of the Soul
Lynch sevince, sevilir; ne yapsa bir yanından beğenilir; Lynch’i sevemeyen de hiç sevemez, "o cüce neden orda öyle bir anda belirdi", "peki ama o kadın şimdi neden acaip davranıyor" falan der durur.
Oysa Lynch’e kendini teslim edince, rahatlar bünye...
IMDB’nin asla beğenemediği (şimdi tekrar baktım, 3.9’a düşmüş puanı, yuh! emeğe saygısızlık en başta) Boxing Helena ise, David’in kızının bize armağınıdır, ilk izlediğimde bana “alllaaaahhhh” dedirten şahanelerdendir; beğenmesinler, Boxing olsun, benim olsun....
Şimdi twit’te David, Dark Night of the Soul’u bayilerde ısrarla arayınız diye uyardı biz cemaatini. Şöyle şahane bir link var.
Gidip bakarsanız, albümün ilk dinleyicilerinden olma şansınız var.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Canım Vedat Abi...
Vedat Abi bizim için Suat’ın babası olmaktan öte, hatta Suat’ın babası olmaktan ziyade, Vedat Abi idi tüm çocukluğumuzda. Yazlığa geldiği anda bizim kızlar olarak, bize sadece ve sadece “nasılsınız çocuklar” diyecek olmasından bile mutlu olurduk. Beyaz giyerdi Vedat Abi hep, beyaz şalvar pantalon giyerdi mesela – şalvar pantalon o yıllarda kimselerde olmazdı, üstüne beyaz t-shirt giyerdi; hep fit hep bronz hep yakışıklı ama en önemlisi hep güleryüzlüydü.
Canım Vedat Abi yıllar içinde sadece yıllandı, sanki hiç yaşlanmadı. Sonra birgün allahın belası kanser Vedat Abiyi de aldı avcuna –tüm iyi insanlar kanserden ölüyor olabilir mi? Nedim birgün beni arayıp, “beni görmek istemiş, gidiyorum, sen de gel” dedi. Gidemedim. Benim kafamda Vedat Abi hep o beyaz şalvarlı, gülen gözlü, müthiş adam kalsın istedim.
Canım Vedat Abi, şimdiden çok özledim.
16 Temmuz 2009 Perşembe
10 Temmuz 2009 Cuma
Bir temmuz günü rastladım size...
Sabah uyku sersemi evde gökkuşağı vardı mesela, tam evin içinde diildi ama yakındaydı yani.
Sonra evden çıkmadan şu nerden neden nasıl bir ruh halinde aldığımı hiç hatırlamadığım albümü attım çantaya (haftasonu bütün cd’lerimi topladım çok yorucu bir çalışma sonucu) ve hala çözemediğim bişekilde bana eskilerden iyi bir sesi hatırlattı ama kimi, bak hala bilmiyorum.
Ofiste uzun zamandır “aman olmasın” dediğimiz bir iş, bugün oldukça az yoraraktan bizi, geçti, bitti, oh çok şükür.
Aslıhayvanı uzun zamandır süren sessizliğini bozdu, haraptar’da akdeniz insanını bekliyoruz hala (yazar da bir akdeniz insanı olduğundan uzun sürüyor yayına hazırlanması).
Ofisten 16:59’da çıkmayı planlarken, 16:45 itibari ile başlayan ve 1.5 saat süren bir teleconf’a kaldım, acaip sıkıldım. Tüm İngilizlerin (en azından benim tanıdığım tüm İngilizlerin) gerizekalı olduğunu düşünüyorum… Havasından mıdır kraliyet kırmasından mıdır bir salaklık var… Aptal insanlardan çok rahatsız oluyorum, aptal olup aptal olduğunu bilmeyenlerden fena halde sıkılıyorum. Aptal olup aptal olduğunun farkında olmayan ve kendisini akıllı sanıp ısrar edenlerden direkt nefret ediyorum.
Dönüşte köprüde son cohiba’mı içerken çok efkarlıydım, bırakıp gidesim var her şeyi diye düşündüm uzun uzun, hatta 10 gün kalıp da çok mutlu olduğum uzak bir memlekete gitsem, ekvator bölgesi her daim ılıman, yağmur mu istedim çıkarım yağmur ormanlarına daha da iyisi şamda kayısı falan diye içimden geçirdim… bayağı bayağı sardırırken ulan keşke olsa diye, K’den mail geldi, “çok sıkıldım kanada açıklarında (hah hahah kanada bile kesmemiş) kuzey denizinde bir petrol platformunda mı çalışsam diyorum” diye…
Sonra eve geldim, gmail’de mesaj: Betsey Johnson is following you on Twitter. Hahh hahahah betsey yavrum zahmet etmiş, alçakgönüllü kadın tabii, bak vivienne’e burnu düşse eğilip almaz, onu da izliyorum, geri dönüp izliyor mu beni….
Neyse bir kadeh soğuk koydum, güneş yine bi güzel battı kalamış’ın üstünde… Dün mü gazetede vardı, güneşin en güzel battığı iller arasındaymış bizim il, anasını sattıımın..
Unplugged...
6 Temmuz 2009 Pazartesi
Four fried chickens and a Coke
Tam da kendisinden beklenecek cevvallikte bir girişim yapmış ve de “aaa ben anlıyorum da mı içiyorum” tadında bi kampanya sürdürüyormuş (ki kendisi o sayede marketing paperlara konu olmuş). “Ben de sommelier değilim” deyip, şaraplarını “these are snob-free grapes” diye tanıtıyor (tam da bu noktada, notting hill’de yıllar yıllar önce görüp sevdiğim “laid by happy chickens” deyişinin sonra nasıl da moda olduğunu hatırlıyorum, belki de artık şarap içerken “yalnız rica ediyim, üzümler burjuva olmasın” bile diyeceğiz).
4 Temmuz 2009 Cumartesi
and the GPS read
“Bu niye burda ayaamın altında” diyebilecek bi tek ben olduğumdan bana ve de onu oraya koyan da ben olduğumdan, kavgasız gürültüsüz takılıyoruz evin içinde ben ve kendim.
30 Haziran 2009 Salı
Biz bi’gün Nesli’yle...
Bizse Nesli’yle hep “bi gün” için planlar yaptık. Bir yaz her Cuma’yı mtg rqst’lerle kapattık, sonra her Cuma ikimiz de başka yerlere gittik, başka insanlarla – ama hiç mi kızmaz insan birbirine, kızmadık. Hep bi gün şu şu şu mağazalara gidelim diye planlar yaptık. Nesli hep daha çok insanı sevdiğinden, bense pek sıcakkanlı bir insan olamadığımdan; bi gün şunu yapalım bunu da çağıralım planları yaptı Nesli, hımm dedim ben de.
29 Haziran 2009 Pazartesi
Death of A Ladies' Man
Yanında da tüttürecek hafif bir captain black olsun...
Pzts’yi off yapmaya karar verelim mi? Verelim anasını satiyim.
Pygmy de bitmiş olmasın mı bu arada? Olsun...
Önce memories dinleyelim, biraz bağırtaraktan.
Sonra fingerprints’e atlayalım, şımarık.
Sonra “don’t go home with your hard on”’u dinleyelim, o kadar iyi gelsin ki ruhumuza, gülelim beraberinde ve de repeat’e alalım; çayı tazelerken o dönüp bi daha başlasın “you can’t melt it down in the rain”...
.
.
27 Haziran 2009 Cumartesi
Doubled Up Inside
Dün, 6 senedir ofise gittiğimde hep orada olan ve sanki hep orada olacakmış gibi olan birisi ayrıldı şirketten, birkaç başka insanla birlikte. Tam arkadaştık da denemez aslında ama beklenmedik anlarda çok komik olabilen ve de hayata bizim gibi tersinden bakan bir insan olduğu için başka türlü bir ortaklığımız vardı sanki, gidişine engel olabilmem mümkün değildi ama bütün şirkette güvendiği 2-3 insan arasında en başlarda geldiğimi bildiğimden olsa gerek, acaip bir beceriksizlik hissi var tam yutkunduğum yerde...
Dün bütün günü, bizim ekip Bebek’te geçirdik, hayata dair 1:1 değerlendirmeler yaparak, sonra ben hariç herkes laptoplarını açıp isolated çalıştılar. Ben güzelim boğaza sırtımı dönmüş, 1:1’larda hergün en az 8-10 saatimi birlikte geçirdiğim insanların hayatlarında olan bitenden bazen ne kadar da az haberdar olabildiğimi; illa da sonuç demekten aslında sürecin kendisini nasıl da ıskalayabildiğimi; “bu noldu” diye sorduğum her işin, “buna da bakalım” diye istediğim her işin benden 10küsur yaş küçük insanların ruhlarında ve bedenlerinde yaratabileceği etkilerin, ayın sonunda çıkan P&L’de ya da KPI dosyasında ne kadar da okunamadığını düşündüm.
.
25 Haziran 2009 Perşembe
Catherine De Barra
.
I gave you my heart, you left the thing stinking
24 Haziran 2009 Çarşamba
22 Haziran 2009 Pazartesi
Tiskinen İnsan VolumeXXL
Neyse bu uzun girizgahın sebebi şuydu: sevdiğim ne kadar az şey var yarabbi....
Bugün itibari ile en nefret ettiğim şeyi açıklıyorum: 2.köprüdeki KGS-Dolum gişeleri.
Köprünün kendisi değil... Köprüye karşı nedenini tam çözemediğim bir hoşgörü besliyorum. Köprünün kendisini affedebiliyorum.
Gişelerden ölesiye tiksiniyorum.
Gişelerin KGS ve OGS olarak sadece ve basitçe 2’ye ayrılmamasından, en sağda misal 2 tane KGS-Dolum gişesinden sonra (sola doğru saydığımızda) 2 tane OGS, sonra 2 tane KGS, sonra tekrar 1 adet KGS-Dolum, sonra 7 tane KGS, 5 tane OGS gibi bence tamamen saçma diziliminden nefret ediyorum.
Muhtemelen yıllarca şişe dibi gözlük takmak ve sivilce patlatmak, dolayısı ile hiç sevgilisi olamamak, bu nedenle tüm insanlara işkence etmek gayretinde olan bir nevi unibomber idi bu gişeleri düzenleyen diye düşünüyorum.
Yoksa normal insanlar diyorlar ki: KGS-Dolum gişesi diye birşey yapılmaz (ayıptır bi kere), yapılacaksa, KGS ve OGS’ler arasına konmaz. Neden? Çünkü bizim sıra denince bozmaktan, kuyruk denince basmaktan başka bi bok anlamayan halkımızın zaten gelirken “ben OGS’li bir insanım, o taktirde OGS çizgileri arasından gitmeliyim, ki işte benim ne kadar da salak olabileceğimi düşünüp, yerleri sarı sarı çizmişler” demesi, keza KGS kullanan bir insanın “ben beyazlardan gitmeliyim, çünkü beyazlar KGS” demesi, bu şekilde koşullanarak sıraya girmesi, asla şeritler arasında anlamsız gezintilerde bulunmaması, KGS’nin gişesinde elinde 5 TL kağıt para ile arkasındaki araçlara gülümsememesi falan beklenemez.
19 Haziran 2009 Cuma
16 Haziran 2009 Salı
Grip kafası
Bu durum geçen hafta gittiğim seyahat yüzünden. Dışarısı 45 derece; arabaya binince arabanın içi a) gölgede bekleyen bir araba ise 18 derece ya da b) güneşte bekleyen bir araba ise 55 derece; ofis/otel vb kapalı mekanlar mutlaka en fazla 20 derece. Böyle bir dengesizlik içinde, aman yok layered giyin de gel falan, ne layerı, 18-55 arasına kaç layer sığar? dışarıdaki insanların hepsinin beyni pelte olmuş, içerdekilerin hepsinin beyni donmuş. Böyle pelteleşen ve sonra aniden şok etkisi ile donan, donan ve direkt sıvılaşan beyinler var her yerde. “Napıyosunuz” dedim “hani iş haricinde?” “Alışveriş merkezleri var” dediler...
- İş çıkışı napıyosunuz?
- Alışveriş merkezlerine gidiyoruz, yemek yiyip, alışveriş yapıyoruz.
Şahane.
- Haftasonu napıyosunuz?
- Alışveriş merkezlerine gidip, alışveriş yapıp, yemek yiyoruz.
Vaaay çok değişik.
Hiç ses / müzik olmayan bir mekanda; Filipinli bir kızcağız (kafasında bandana gibi bir şey ile sanırsam hafiften korsan tadı yakalanmış bir kostüm içerisinde) balık servisi yaptı bize. Pek lezizdi de, anısı kalmadı. İlk gittiğim gün, birkaç saat iş-güç sonrası, yemeğe kadar arada biraz zaman vardı, o gün için bana evsahibesi olan İngiliz abla, beni alıp towers’a çıkarttı. Çok turistik. 120 katı 10 saniyede falan çıkan bir asansör (ve o asansörün içine seneler önce konulmuş ve orada unutulmuş bir elevator-boy) ile tepeye vardık. Daire şeklindeki katta dış çeperin yaklaşık 1 metrelik bir kısmı döner bir mekanizmaya sahip. Şimdi bunu başka bir ülkede olsa, pek teknolojik, pek şahane, pek şöyle pek böyle falan diye değerlendiririz kesin ama burada direkt “o kadar tembeller ki, 10 dakka yürümemek için katın etrafını döner yapmışlar” diyoruz. Sen durduğun yerde duruyorsun, hafif kokteyl tadında, o kısım yavaştan yavaştan dönüyor. Camlara da bildiğimiz ilkokul seviyesi stickerlarla o esnada görmemiz gereken yerlerin isimlerini yazmışlar. İşte bilmemne palace, bilmemne center falan.
Şimdi Boyhood okuyorum. Çok iyi. Çok mutluyum bu kitapla.
Pygmy geldi (–dün gece nerdeyse kendisine sarılıp uyicaktım) ama Boyhood bitmeden başlamak istemiyorum… Sevmediğim 5 kitabı aynı anda okuyabilirim ama sevdiğim 2 kitabı aynı anda okuyamam… (PS: Aslıhayvanı pls Pygmy’yi benden önce okuma)
14 Haziran 2009 Pazar
10 Haziran 2009 Çarşamba
Dünyanın altı vs üstü?!
Genelde seviyorum gitmeleri. Gittiğim yerlerdeki insanlar ve mekanlar tanıdık oldukça, bazen daha az seviyorum oralara gitmeyi ama birçok yer var “iyi ki gidiyorum / yine olsa, yine giderim” dediğim...
Bu sefer pek isteyerek gitmiyorum... 3 gündür ajandayı değiştirmeye gayretlenip, “yaa tamam neyse” deyip durdum kendikendime. Sonunda annem bugün, neydi o elif şafak'ın pembe kitabı, ordan bana kendi çizdiği satırlardan birşeyler okudu, günün sözü tadında: “dünyanın altüst olmasına çok takma kafayı, altının üstünden daha kötü olduğunu nerden biliyorsun” tadında birşeydi okuduğu. Doğru, yani bilmiyorum tabii, dünyanın altı üstünden daha iyi olabilir - belki de. Kısacası, gidiyorum - zaten sıkıyosa, gitmiyim.
.
Bavul da zaten hep saçmasapan oluyor – tam 9 sene oldu: mantıklı bavul yapabilme yetkinliğimi / becerimi yitirdim. Gittiğim her yerde (tatil için olsun / iş için olsun) “bunu niye getirmişim” dediğim en az 3-5 parça, “hiçbirşeyle uymayacağı için giyemeyeceğim” en az 3-5 başka parça ve de kaç günlüğüne gittiğimden bağımsız olarak, manasız bir sayıda t-shirt(ler) oluyor bavulda...
Bavulu hazırlarken mantık bir yerde çöküyor ve “koy gitsin, giymezsen de giymezsin” diyen sese yenik düşüyorum... Bu sefer çok az eşyayla seyahat etmek konusunda bir gayretim var; mantığın çöküşüne saniyeler kala, kendimi eşyalardan kopardım, ara verdim – sonra tekrar, ruh ve akıl sağlığı yerinde bir insanmışım gibi, bavula rasyonel yaklaşıp, “bu kadar” dedim... Sabah yanıma alacağım kitap adedi konusunda, son anda şeytani bir dürtme ile saçmalayacağımı biliyorum ama o kadar olacak artık.
O zaman Plan A diyelim biraz olsun iyi hissetmek için; dandy sevdiğim diyarları, hava griyken aniden açan güneşleri çağrıştırır her daim.
7 Haziran 2009 Pazar
Pygmy - coming soon to a bookshelf near you
Hayattaki en güzel şeylerden birisi sevdiğimiz yazarların yazdıkları kitapları yayınlandıkları anda (yani tam da susuzluktan çatlayacakmışız gibiyken) alıp, bir solukta okumak diye düşünüyorum.
O yüzden sevdiğimiz yazarlar sonsuza kadar yaşasınlar ve de beyinleri sulanmadan / aynı kalitede yazmaya devam etsinler... Amin.
Ve tabii keşke sevdiğimiz tüm yazarların kitapları yayınladıklarında (en azından 1-2 günlüğüne bile olsa) bizler de o ülkelerdeki kitapçılarda raflar arasında dolaşabiliyor olsak. Onları alsak, sonra gitsek başka raflar arasında yerlere oturup, kitaplardan kitaplar beğensek, gittiğimiz uzak diyarlarda elde var sadece bikaç gün iken, o kitapçılarda en azından bir tam günü geçirsek...
Ülkemizde de sevdiğimiz yazarlar var tabii, onları da her daim hasretle bekliyoruz. Bizim memlekette çok fazla raf dolaşıp içimize kitap kokusu çekmemiz pek mümkün olmuyor ama buna da şükür...
Pygmy normalde bugünlerde ellerimin arasında olacaktı ama getirecek kişi gelişini 1 hafta erteledi (çok bedbahtım). Neyse, haftaya benim olacak yavlum chuck’ımın son işi. Yine son derece ruh hastası olduğunu tahmin ettiğim kitabı, helecandan titreyerek ve de gözlerime uykular girmemecesine okiycam inşallah.
Burda da Pygmy ile ilgili konuşan Chuck var!
Btw pazar gecelerini ve pazartesileri hiç sevmiyorum, ezelden...
.
.
6 Haziran 2009 Cumartesi
Nicholas Edward!
Yazıyı okuyunca geçen gece, hemen kitabımı başucuma aldım. Altı çiziktirilmiş satırları / işaretlenmiş tüm sayfaları falan bir çırpıda tekrar okudum. Sonra “özlemişim adamı” dedim, gittim bütün cd’lerini ayıkladım, kapağı-var!-içi-nerdelerin? içlerini buldum, iç-burda!-kapağı-nerdelerin? kapaklarını buldum... salak gibi tarih sırasına da dizdim.. O arada bayağı bir zaman önce almış ve hiç dinlememiş olduğum “maximum nick cave” (unauthorized biography) de çıkmasın mı saklandığı köşeden?! Oha dedim kendime (tamamen unuttuğum için kendisini). Hemen dinledim.
3 gündür falan arabada, evde, ofiste eski albümlerini dinliyorum. Let Love In’i arabada, Henry’s Dream’i ofiste, Your Funeral My Trial’ı evde. Sonra Murder Ballads’ı arabada, No More Shall we Part’ı evde falan... The Boatman’s Call’ı sevmem ama onu bile bi kere döndürdüm.
Bu gece Kicking Against the Pricks acaip iyi geldi. Çok uzun zaman olmuş bu albümü dinlemeyeli. Muddy Water ile başladığında zaten insan inceden ayarlanıyor, sonra zart zurt iniş çıkış falan derken Hey Joe ile tekrar ruhumuz sarsılıyor. The Singer’da “yavrum bu ne ses” diyoruz, o bize “suddenly i realize nobody knows me, there is no place i belong” diyor ama satıraralarında bildiğimiz “umrumda değilsiniz” tadında... salak black betty, ağlak running scared, şaşkın all tomorrows parties, dingin sakin by the time i get to phoenix, yorgun ve delirmiş the hammer song... ve hadi bakalım something’s gotten hold of my heart. Bir cigar yaktırıyor daha başladığı anda. Çok anısı var something’s gotten hold of my heart’ın. Daha bir gençliğimiz diye mi niyeyse, direkt yıllaaarrr öncesine gidiyorum. Nick’i falan unutuyorum ama haince ve şarkının patladığı (marc almond’la) 88-89lara gidiyorum. Güzeldik abicim o yıllarda. Salak aşklar falan yaşardık (gerçi salak aşkları sadece o yıllarda yaşamadık, öncesinde misal 85lerde falan ben en salak ve ennn büyük aşkın pençesinde perişan bir insandım, o ayrı), akşamları okuldan dönünce (cep telefonu, internet, höö?) evin telefonu çalar, aman da muhabbet edilirdi... hımm şimdi farkediyorum ki, o zamanlar telefonla konuşan sosyal bir insandım ben; çok konuştum da mı böyle oldum acaba? Neyse işte sabah okula beraber falan gidilirdi, çıkışta beraber yemek yenirdi. Çok geyik ama çok şahane günlermiş.
20 sene geçmiş üstünden.
Sanırım Grinderman falan dinlemek ve gerçek hayata geri dönmek lazım... ama önce bi what a wonderful world dinliycem nick’im cave’imden. Bir gece, ece’yle bir yerden dönüyorduk (nerden?), tam da 1.köprünün üzerindeydik. B sides & Rarities volume II’yi koymuştum da, ılık ılık rüzgarlar esmişti, bir huzur yayılmıştı bünyelere... O huzur gelsin nick’den bana, benden de size!
4 Haziran 2009 Perşembe
Evvelsi gün, dün, bugün…
Sonra dün ofise gidip yine toplaşınca bir cam kubbe içinde, sanırım 30 tane falan mentos şeker yedim fenalıklar geçirerek. Bir yudum kahve, bi çilekli mentos. Toplantı katılımcılarından bir tanesi – nispeten sevdiğimiz bi insan olmasına rağmen, hem ağır konuşan, hem de kendisine misal “bugün nassın bakalım?” dendiğinde dahi “yo yooo…” diye cümleye başlayan bir kişi. Diyalog içinde anlatıyorum:
PaigeMarshall: “hımm doğru söylüyosun aslında, tamam, öyle yapalım”
YoYoookişisi: “yo yooo ben dedim diye yapmayalım, yani siz de hem fikirseniz”
PaigeMarshall: “e mantıklı dedim, ok işte”
YoYoookişisi: “yo yooo içinize sinerse yani”.
Bu yo yooo’lar bi de öyle bir tonlamayla geliyor, o anda öyle bir sarsıntı / yer yarılması da oluyor ki; insan “ulan çok ters bişey söyledim adama, bak ayıp oldu” gibi hissediyor... Böyle böyle kendisi toplantının yarısında yo yooo dedi, her yo yooo’da yerler yarılır gibi oldu, her yo yooo’da ben bir mentos daha yedim. En az 100 kalori vardır.
Kalori demişken geçenlerde çok zor bir işi yaparken kendi kendime iyilik olsun diye, sanırım sürecin yarattığı delirium anında, haziran sonuna kadar sağlıklı beslenme & alkol’e break kararı aldım. İrademe sıçıyim afedersiniz, mayısın ortasından beri, iglo (ki reklamlardaki hanımkızımız bezelye diyemiyor diye çok dalga geçmiştim ama ürünler hakkaten şahaneymiş), light cookie, enerjisi azaltılmış çıbık kraker, organik bilmemne, zıkkımın kökü gibi şeyler yiyorum. Kilosal olarak bir değişim göstermedim, zaten sanırım verecek pek fazla kilom yok. Ancak alkolü pause etme kararı çok saçmaymış, misal şu günler tam serin serin pembe şaraplar içilecek günler ama işte bi kere karar vermiş bulundum. Saçma da olsa, karar karardır.
Son olarak; bu sabah “çok gezen çok bilir” ve biraz kendi müşterilerimizden başka insanlar da görelim diye, kahvaltıyı Tamirane’de yaptık, hemencecik yanında da Moleskine Detour Sergisine gittik. Beste Miray’ı hakkaten severek izliyorum, kendisi yine outstanding bir iş çıkartmış. Onun haricinde bir sürü “vaayy” dedirten iş vardı (araya kaynamış “çok acaip bi insanım” ya da “deliyim ben ama dünya farkında değil” diye özetleyebileceğimiz bazı ego patlamaları da tabii) ancak Stefano Faravelli’nin önünde saygıyla eğiliyorum... Sırf onu görmek için gidilir sergiye. Moleskine defterleri yıllardır severek tüketen bir ekibiz biz ofiste, sanırım hepimiz sadece moleskine kullanıyoruz – biz de süper bir sergi çıkartabiliriz çeşit ve içerik açısından. Ama bizimkilerden “tek kullanımlık beyaz eldivenler giyilerek gezilecek bir sergi” olmaz, biz zaten kahve falan döküyoruz daha ziyade üstlerine, yaşanmışlık gösterir diyerekten… Zaten bugün ellerimizde forensics tadında beyaz eldivenler ve de ayaklarımızda ince & yüksek topuklarla acaip zorlandık demir delikli panellerin üzerinde bir bloktan diğerine geçerken – ceylanca sekmeler gereksiz. Giderseniz topuklularla gitmeyiniz diye diyorum. Bi de biz ordayken (enerji müzesi ya orası) bir grup çocuk geldi, eğitmen enerji kaynaklarını sordu; çocuklardan toprak, ışık gibi çığlıklar yükseldi… eğitmen de otomatiğe bağlamış olarak çocuklara; “sürdürülebilir enerji yani sürdürülebilir yani hiç bitmiyor” dedi. Sanırım karşılıklı pek güzel anlaştılar…
Çocuklar çiçektir, onları sevelim.
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Silence is (really) sexy!
Gazete, kitap, çay, tost, kitap, çikolata, cigar, kahve, uyku, haşlanmış sebze, çay, badem şeklinde geçti gün.
Uyandığım zaman (2. Uyanışta) 18:07 falandı. Ev nasıl sakin, nasıl sessiz. Salonda güneş var hala ama sıcak değil, sadece sarı bir ışık.
Sonra okuma koltuğuma kurulup da, laptopu kucağıma aldığımda dedim ki: bu evin en güzel tarafı bu kadar sessiz oluşu. Uzun uzun denize bakmak da güzel, gemiler falan geçerken, sabah / gündüz / gece renkler de güzel, güneşin batışı vs vb. Ama en güzel tarafı 10.kattasın diye, korna sesini / trafik gürültüsünü bile ancak arada sırada duymak; sadece kuş sesi en güzeli. Katta 2 daire var, karşımdaki daire boş. Üstteki dairelerden birinde yaşayan kadın senenin yarısından fazlasını Bodrum’da geçiriyor; diğeri de senenin en az 3 ayını Amerika’da...
Evin içinde ses / gürültü yaratabilecek tek canlı da benim: müzik / tv / dvd olursa ses var, yoksa yok... Tam bunları düşünüp, aslında bu ev mi huzur veren, yoksa yalnız yaşamam mı diye soruyordum ki; şu blog yazısını okudum. İnsanın hayatında rahatsız edecek ses olacaksa, illa oluyor demek ki.
21 Mayıs 2009 Perşembe
18 Mayıs 2009 Pazartesi
Hello Africa!
Bilim insanı değilim, ancak bu kadar anlıyorum bilimden. Hatta dergiyi aliyim dedim kendime ama sırf Afrikalıyız diye şimdi kendimi bilim konularına veremiycem. Geçen gece sevgili hayvana anlatmak istedim ama popüler bir mekanda, ses-gürültü-görsel kirlilik olmasın diye bahçe tarafında, masamızda bol bitki, böcek ile otururken bulup da okuyamadım, loştu biraz.
Elizabeth Costello’yu bitirdim.
Kendisinin sevdiğimiz saydığımız Elvis Costello ile en ufak bir kan bağı yok, zaten Elvis Costello da Elvis Presley’in adını, sonra da kendi büyükannesinin kızlık soyadını alıp (atıyor muyum şimdi? ama sanki öyleydi) bu “sahne ismini” yaratmış kendine, bi de Napoleon Dynamite var kendisinin bilinen ismi...
Amaan çok uzadı, neyse Elizabeth Costello, sevdiğimiz ağır abimiz J.M.Coetzee’nin kitabının ve de kitaptaki karakterin adı. Kendisi 60lı yaşlarda bir Avustralyalı yazar ve de kitabın her bölümünde biryerlerde bir konuşma yapıyor, o konuşmaların etkilerini hem okuyucu olarak biz böğrümüzde hissediyoruz, hem de Elizabeth teyze kendisi kendisini keşfediyor. Misal ben vejetaryan falan değilim ama Elizabeth kesimhaneleri anlatığında “bir daha yiyemiycem anasını satiim” dedirtiyor okuyana ama sonra kendi kendisi ile de yüzleşiyor, “iyi hadi yemedik kuzuları / danaları, deri çanta da kullanmadık ama abicim ayakkabıları napıcaz” diyor... O noktada biz de “oha! Hakkaten abicim” diyoruz. Olay sadece kürk giymem diye soyunmakla bitmiyor... Sıkıyosa deri de kullanma, deri mont falan demiyorum bak, deri ayakkabı çizme falan giyme.
The alphabet, the idea of the alphabet did not grow up in Africa. The alphabet had to be brought in, first by Arabs, then again by Westerners. In Africa writing itself, to say nothing of novel-writing, is a recent affair.
A second remark: reading is not a typically African recreation. Music, yes; dancing, yes; eating, yes; talking yes – lots of talking. But reading, no, and particularly not reading fat novels. Reading has always struck us Africans as a strangely solitary business. It makes us uneasy. When we Africans visit great European cities like Paris and London, we notice how people on trains take books out of their bags or their pockets and retreat into solitary worlds. Each time the book comes out it is like a sign held up. Leave me alone, I am reading, says the sign. What I am reading is more interesting than you could possibly be.
Well, we are not like that in Africa. We do not like to cut ourselves off from other people and retreat into private worlds. Nor are we used to our neighbours retreating into private worlds. Africa is a continent where people share. Reading a book by yourself is not sharing. It is like eating alone or talking alone. It is not our way. We find it a bit crazy.
So, dr alban’dan tüm sevenleri için geliyor, haydi hep beraber: Hello Africa! Tell me how you’re doin’!
11 Mayıs 2009 Pazartesi
güsel türkçem
Bilgilerinize.."
diye bir mail gelmiş eğitim departmanından bir arkadaşıma.
bu güzel türkçeyi paylaşmadan edemedim.
.
.
10 Mayıs 2009 Pazar
Acaip kılım...
Bu tek taraflı da değil, sadece annesi / babası ölmüş çocuklar değil tanıdığımız bazı insanlar; çocuğu ölmüş anneler / babalar da var bu dünyada - çocuğu çocukken / gençken ölmüş...
Ve sadece bal-kaymak hayatı olan insanlar yaşamıyor bu nalet evrende..
Bu salak günlere tüm bu sebeplerden sinir oluyorum.
Haa varken ve kutlanabilirken niye kutlamayalım diyen tuzu kuru insanlara da aman kına da yakın yanında demek istiyorum.
İnsanlar kendi canları acımadıkça hiç anlamıyorlar, kendi canları acımadıkça hiç acıyacakmış gibi düşünmüyorlar ya; o yüzden de bütün insanlığı ruhsuz ve aptal buluyorum.
Tüm gazetelerin özellikle anneler gününü olay ilan etmelerine ve de örnek anneler falan hikayeleri anlatmalarına da sinir oluyorum. Herkesin annesi kendine özel kardeşim. Sen milyarlarca anneden 4 tanesini kafana göre seçip anlatıyorsun da, noluyor? Selebriti annelere / babalara kökten hastayım zaten. Bu günleri satışları arttırıcı amaç için kullanan tüm firmaları, bu firmalardaki kıt zekalı pazarlamacıları ve bu firmalara “şahane fikrim geldi” diyen reklamcıları konuşmak bile istemiyorum. Bu akşam eve dönerken en az 5 tane çiçekçi gördüm: hepsinin önlerinde çiçekleri duruyordu, almışlar ama satamamışlar – en az 1 haftada satılacak kadar çiçek vardı hepsinde. Bi onlara üzüldüm sanırım (çiçekçilere mi çiçeklere mi emin değilim, o ayrı).
Tüm duygusuz ve ruhsuz insan aleminin her nevi özel günlerini kutlar, babalar gününe kadar sinire kesip; devamında gelecek mayısa kadar huzur içinde yaşamayı (kendi adıma) dilerim.
9 Mayıs 2009 Cumartesi
poor Al - are we not all so?
but every woman he meets is
crazy.
he will get rid of one
crazy woman
but he never gets any
relief-
another crazy woman moves right in
with him.
it's only after they move in
and begin acting
more than strange
that they admit to him
that they've done madhouse
time
or that their families have
a long history of mental
illness.
his last one
he sent to a shrink
once a week:
$75 for 45 minutes.
after 7 months
she walked out on the
shrink
and said to Al,
"that god damned fag doesn't know
anything."
I don't know how they all find
Al.
he says you can't tell at the first
meeting
they have their guard up
but after 2 or 3 months the
guard comes down
and there's Al with
another one.
It got so bad that Al thought
maybe it was
him
so he went to a shrink
and asked
and the shrink said,
"you're one of the sanest men
I've ever met."
poor Al.
that made him feel
worse
than ever.
.
.
.
3 Mayıs 2009 Pazar
There is no hell as far as we know, apart from the one on Earth
Bu aralar bir sürü kitap okudum (ve 20 tane falan da kitap aldım) ama şimdi / biraz önce bitirdiğim kitap, uzun zamandır okuduğum en farklı kitap denebilir.
Documents Concerning Rubashov – The Gambler.
Kitap 1899’un son gecesinde, borç harç içinde ve kumar batağındaki iyi aile çocuğu Josef Rubashov’un sadece heyecan için şeytanla kumar oynaması ile başlıyor. Kumarda kaybederse ruhu şeytanın olacak ve de sonsuza dek yaşayacak. Kumarda kaybediyor tabii. Bu başlangıç birçok hikayenin başlangıcı olmuştur eminim ama bu noktadan sonra Rubashov 1900’lü yılların içindeki tüm vahşetlerde ve olası tüm kötülüklerde yer alıyor – bir çoğunda ölebilmek için gidiyor, bazılarında orada yaşarken mecburen durumun bir parçası oluyor. Kendisi gibi şeytana ruhunu satmış birkaç isim de etrafında oluyor uzun yıllar boyunca, bazen şeytan da yakınlarında oluyor – farklı karakterlere bürünerek… Çocuğunun yüksek ateşten hastayken, durumun menenjite dönmesi ve çocuğun özürlü olması ile başlayan kişisel felaketleri ailesinin yangında tamamen yok olması ile bitiyor. İçinde bulunduğu toplumsal felaketlerden en kötüsü ise bence (ki aslında hepsi çok kötü ama) Hessen’de bir bakım ünitesinin içindeki “washroom”un inşaatına yardım ediyor – fayansları döşemek üzere gelmesi gereken ekip, bir sebeple gelmeyince, Rubashov ve diğer birkaç kişi girişip washroom’u tamamlıyorlar – sonra burada insanlar yakıldığı zaman ancak, anlıyor neyin inşaatına yardım ettiğini. Bu dönemler hani 1940lar diye, biz şimdi yaşayanlara pek eski / şimdi olsa hayatta izin verilmezdi gibi geliyor ya; yıllar sonra Sırpların yaptıkları da Rubashov’un yaşadıkları arasında…
Kitap bütün bir yüzyılı yaşatırken, şu kıyamet günü ne zaman gelecek, bu insan denen iğrenç canlı ne zaman toptan yok olacak diye söylendim defalarca. The imagination of human being knows no bounds when it comes to catching and killing, nor when it comes to escaping and getting away; for those are the conditions governing human life, those are the rules by which people have been playing the game for hundreds of thousands of years, and so they went on, never stopping.
Kitap böyle arada gülümseten, genelde “off be abicim” tatta okuturken kendisini ve “ölsün bu insanlık” dedirtirken, yazarını google görsellerde arıyoruz ve “herkes ölsün ama carl-johan yaşasın, artizim benim” demekten de kendimizi alıkoyamıyoruz… ’64 doğumlu olan ve de programımıza İsveçten katılan C-J, öl desin ölelim kategorimiz için adeta biçilmiş kaftan.
Carl-Johan Vallgren (born 1964) lives in Stockholm. His first book, a novel, was published in 1987. The novel Documents concerning the Gambler Rubashov, 1996, (Dokument rörande spelaren Rubashov) became something of a breakthrough with a larger audience. In 2002 The Horrific Sufferings of the Mind-Reading Monster Hercules Barefoot (Den vidunderliga kärlekens historia) received the August Prize for fiction (Best-novel-of-the-year-prize). This novel has sold over 300 000 copies in Sweden and rights have been sold to 20 countries. Carl-Johan Vallgren is also a successful musician and song-writer in a satirical chanson-tradition;he has recorded several cd:s. (http://www.bonniergroupagency.se/200/201.asp?id=704)
bi tom waits tadı?!?!
ve hatta bukowski?!?!?
23 Nisan 2009 Perşembe
Günlerden yine o gün!
Hangisi doğru bilemiyorum :)
Bu sene (eğer ki peşin kira usulü bakıyorsak hayata), dilerim çok iyi geçer. Benim için de, hepimiz için de.