26 Şubat 2009 Perşembe

henry lee


22 Şubat 2009 Pazar

Barbarlar içimizde...

J.M.Coetzee Güney Afrika doğumlu bir yazar. Kitap 1980de, kendisi 40 yaşındayken basılmış, 2003de Nobel almış. Cape Town’da doğup büyüyen bu adamın bir dönem Londra’da IBM’de bilgisayar programcısı olarak çalışmış olması çok acaip geliyor insana.
Belki de kitap zamansız ve mekansız olduğu için, insan Coetzee’nin IBM’de falan çalışmış olmasını yadırgıyor (Marianne konserde “i could never be an office person” dediğinde, “tabi mantıklı” dememiz gibi; Coetzee’nin de savaş muhabiri falan olmuş olmasını bekliyor insan). Süper bir insan olduğu kesin - wiki’de ve başka birçok kaynakta kendisine dair personality & reputation kısmında şu yorumlar var:

He is known as reclusive and eschews publicity to such an extent that he did not collect either of his two Booker Prizes in person. Rian Malan wrote that Coetzee is "a man of almost monkish self-discipline and dedication. He does not drink, smoke or eat meat. He cycles vast distances to keep fit and spends at least an hour at his writing-desk each morning, seven days a week. A colleague who has worked with him for more than a decade claims to have seen him laugh just once. An acquaintance has attended several dinner parties where Coetzee has uttered not a single word."

Adamımız ilk kitabını 1974de yayınlamış – Dusklands; sonra In the Heart of the Country var ‘77de; ’80de kitabımızla (yayınlandığı yıl) James Tait Black Memorial Ödülünü kazanmış. Devamında da bir sürü ödül ve özellikle Güney Afrika’yı onurlandırması nedeniyle bir sürü takdir var. Maşallah.

Kitapta olayın geçtiği yere dair bir bilgi verilmemesinin sebebi olayın her yerde / her dönemde yaşanabilecek olması. İnsanların huzur içinde yaşadıkları bir uç beldeye, merkezden birileri gelirler ve barbarların ülke genelinde huzuru kaçıracağı varsayımdan yola çıkarak ortamın bırakınız huzurunu kaçırmayı, bokunu çıkarırlar. Bu uç beldenin yönetimindeki kişinin (magistrate) anlattığı hikayede, insanların nasıl aslında hayvan (ya da barbar) oldukları ve de aslında nasıl da içlerinde tüm hayvani dürtüleri taşıdıkları çok da rahatsız edici olabilecek görüntüler çizilerek anlatılıyor. İnsanlardan tiksindiğimiz kadar var dedirtiyor yani. Toplumda herkes olmasa da en azından bazıları, var olan düzeni ve içinde bulundukları refahı aynı kalsın isterken (magistrate başta olmak üzere, ya da ilerleyen sayfalardaki drug store owner gibi); ezici çoğunluk hem bilmediklerinden korkuyorlar / kendilerini uzak tutuyorlar, hem de zaman içinde kötüleşen düzene alışıp giderek kötü olanı normal, daha da kötü olanı kabul edilebilir buluyorlar. Yaşadıkları düzeni değiştiren, kaçan ve de umutsuzluğa kapılan insanların kaybettikleri, ama işin-hiç-değilse-iyi-tarafı kötülerin de sonunda kaybettikleri bir kitap. İyiler de pek bir şey kazanamıyorlar maalesef. Magistrate “pain is truth, all else is subject to doubt”, “I have not asked for more than a quiet life in quiet times” diyor olacakları henüz yaşamaya başlarken.
İlk “barbar” grubundan aldıkları esirleri işkence ile yavaş yavaş öldürürken merkezden gelenler, içlerinden bir kızı yarı kör ve oldukça sakat olarak bırakıyorlar. Refahın üst seviyelerde olduğu şehirde dilenmek yasak, bu barbarian kız ise sakat ve çalışabilecek durumda olmadığı için dileniyor. Magistrate ile kızın çok sancılı ilişkisi de ağır depresyon kaynağı. Magistrate diyor ki bir seferinde: I catch myself in a moment of astonishment that I could have loved someone from so remote a kingdom. All I want now is to live out my life in ease in a familiar world, to die in my own bed and be followed to the grave by old friends…
Merkezden gelenler geri dönerlerken ortada barbarlar falan yok – kitabın başından itibaren bildiğimiz gibi. Barbarların yaptığını sandıkları / sandırdıkları her şeyi kendileri yapan aptal adamlar donlarını zor toplayıp geldikleri yere geri giderlerken; magistrate bu geçen zamanı yazması / anlatması gerektiğini düşünüyor: “After which the barbarians will wipe their backsides on the town archieves. To the last we will have learned nothing. In all of us, deep down, there seems to be something granite and unteachable.”

Velhasıl içinizi acıtan ve de sıcak evinizde, kahveniz yanınızda, huzurunuz tavana vurmuşken, oturduğunuz yerde sizi rahatsız eden kitaplardan. Pek şahaneydi.



"Barbarian" is a pejorative term for an uncivilized person, either in a general reference to a member of a nation or ethnos, typically a tribal society as seen by an urban civilization either viewed as inferior, or admired as a noble savage. In idiomatic or figurative usage, a "barbarian" may also be an individual reference to a brutal, cruel, warlike, insensitive person. – wikipedia
http://www.english.emory.edu/Bahri/Coetzee.html
http://en.wikipedia.org/wiki/J._M._Coetzee
http://nobelprize.org/nobel_prizes/literature/laureates/2003/coetzee-bio.html

.

.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Tespit: "Benim de bu derdim var işte"

Jr.Semiha ile kısa fakat kaliteli bir birliktelikten sonra (ki kendisi hayatıma “benim de bu derdim var işte” cümlesi ile yine renk kattı) döndüm. Çocukken mutlu olmak daha mı kolay ya da mutlu olunca bunu göstermek mi daha kolay? Gerçi büyüyünce de mutluluğu daha büyük yaşayan insanlar var. Akşam yemekte barton “çok mutluyum” dediğinde, biz eceyle “nasıl denir ki birdenbire” deyiverdik. Mutlu hissetsek de, çok mutluyum diye bir anda ifade edememek / ifade etmeyi akıl edememek (çünkü böyle bir alışkanlığın olmaması)…
Dönüşte çocukluğumdaki şekerlerden aldım. Deneyimsel Pazarlama işte aynen bu. Yıllardır içinde olup da, hakkında anlattığımız tüm koku / tat / duyu / duygu hikayesi aynen buna bağlanıyor. O şeker paketini görünce, kaç yaşında olduğumun hiç önemi kalmıyor. O şeker paketi de o kadar az yerde var ve o kadar özletiyor ki kendisini… Kar yağacak, hava çok fena olacak, avrupa'daki donduran soğuklar falan deyip, beni korkuttular. Uzun yollardan gidip, uzun yollardan dönmek zorunda kaldım ama iyi oldu. Bir tespitte bulundum böyle uzun uzun düşünürken: Sanırım hayatımın tüm alanlarında bir adaptasyon zorluğu yaşıyorum - sanırım her şeyin sebebi bu. Benim commitment problemi sandığım şeye dün ece alakası yok dedi. Bugün ben o konunun da adaptasyon sıkıntısı olduğunu tespit ettim. Uyumsuz bir insanım. Alışamıyorum. Ama bir kere alışınca da alıştığım / sevdiğim gibi olsun istiyorum. Düzen içindeki tetiklemeler ok, challenge is good yani ama (anlatması zor biraz) misal okul kapandı hadi tatile durumunu sevmezdim çocukken, kendim de anlamazdım; yazlıktakileri çok özledim, çok seviyorum niye gitmek istemiyorum diye. Sonra yaz bitince de, hadi okula diyemezdim, nefret ederek dönerdim istanbul’a – okul açılıncaya kadar ama sonra okulda da çok eğlenirdim. Evden çıkınca işe 1 saat araba kullanmayı bunun için seviyorum. Araba kullanmaya alışıyorum ve “tamam hocam, yetti” dediğim anda ofise gelmiş oluyorum. Ofisteyken “tamamdır, artık çıkıcam” demeden ben, bir sebeple çıkmam gerekirse, sinir geliyor. Aynı şey, hayatımın tüm pasajlarında var. Kısacası kar yağmadı ve fakat uzun yoldan dönmek iyi oldu. Şeker yiyip, müzik dinleyerek ve de hayata dair saptamalar, karmaşık ruh durumuma dair tespitler yaparaktan eve dönmek iyi geldi.
Geçen haftanın çok mühim bazı konuları yoğunluktan kaynadı. Tinder’ı anlatiyim bi tek. CRR’de 20:00’de başlayacağı duyurulan konserin, yakinen takip ettiğiniz gibi, biletleri konserden 1 hafta falan önce satışa çıktı. Konser 20:00’de başlayacak deniyorsa, söylenene “peki” diyen her ezik insanevladı gibi 20:00’de gidersiniz di mi? Biz de öyle yaptık. Sonra 21:00’e kadar Tindersticks bekledik – ki ben hakkaten sinir oldum. 20:00’de adı sanı duyulmamış ve bence sittinsene de duyulamayacak bir gerzek 6 parça falan gitarla inleyerek ve de apple laptopundan amfi soundu yarataraktan içimizi çekti, arada da Türkiye ile ilk tanışmasının 7 yaşındaykene midnight express’i seyretmesi ile olduğunu söyleyip, kendince espri yapmaya çalıştı. Gerçekten büyük fiyaskoydu. Neyse 21:00’de abilerimiz sahneye ışık saçarak tek tek çıktılar – intro’yu stuart’sız bize sundular. Mükemmeldi. Devamında da ağırlıklı olarak the hungry saw ve üç-beş klasikle bizi huşu içinde bıraktılar. Boobar come back to me özellikle şahaneydi, velhasıl sahne güzel, ses güzel, kitle gayet düzgündü. Sevdiğim müzikleri konserlerde canlı dinlediğimde, beni her daim en mesud eden ses nefeslilerden geliyor. Nefeslileri dinlerken ceket iliklenmesi gerektiğine dair bir inancım var. Tindersticks’in son albümünde de bu inancımı en tepelere çıkaran bir adam kendilerine destek vermiş. Terry hem şıktı, hem de zarif; yetmez kendisi o gece bize bu dünyadaki en müthiş sesleri sundu. Bazı insanlar vardır, onlar bizim yaşadığımızı bile bilmezken, biz kendilerini yaratan yüce varlığa şükürler ederiz: dünyamıza düşürmüş bu kişiyi diye.
Örnek veriyorum: Terry Edwards.

.

.

19 Şubat 2009 Perşembe

aysel goes to see jr.semiha

Yarın bir moda prensesini (ki kendisinin 3küsur sene önceki kreasyonu ve derin bakışları aşağıda) görücem. Çok keyifliyim. En sevdiğim ve tek sevdiğim bu yaşı küçük insanı acaip özledim. Onun çevresindeki çeşitli yaşlardan insanları da (tüm aile, eşraf, eş dost camia)...

14 Şubat 2009 Cumartesi

sevemedim gitti insan denen canlıyı...

Şahane. 1 saat içinde evden çıkmam ve nispetiye caddesine gitmem gerekmekte. Nikon D80’e dair “21.etap” olarak adlandırılan bir eğitime gitme planım var. Planım var ve tabii ki arzum hiç yok.
İki şey kafamı bulandırıyor:

1) “bir sürü insan iyi/kötü fotoğraf çekiyor, kursa gidip de mi çekiyorlar? gitmeden de çekebilirim ben, belki, neden olmasın?” (buna karşı görüş olarak “varken bu eğitim neden gitmiyorum? ilk seferine gidiyim, eğitimdeki herkesten nefret edersem, bir daha gitmem. ilk seferden gitmezsem çünkü, gelecek seferlere zaten gidemem” diyor içimdeki ikinci ses. “E ama zaten haftaya cmts muhtemelen ist’da olamayacağım, sonraki cmts bir düğün var so zaten eğitime gidemiyeceğim, o zaman şimdi de gitmiyim” diye bu karşılıklı delicevatlığım devam ediyor).
2) faturanızı da yanınızda getirin diye bir not düşmüşler, sabahtan beri faturayı arıyorum ve bulamıyorum... çok bedbahtım. Faturayı aynı zamanda sigorta süresini gösteren bir belge olması nedeni ile özel bir yere de kaldırmış (saklamış) olabilirim (ki hiç bulamiyim) ya da faturayı saklarsam bulamayacağımı bildiğim için çok elimin altında bir yerde bulunduruyor da olabilirim (ki o zaman görmeye çok alıştığım için, sabahtan beri görememekteyim). Özetle faturam yok. Yani var da nerde bilmiyorum.
En iyisi bu kursa gitmemek mi bu durumda?
Akmerkez’e de aylardır gitmiyordum, bi akmerkez gezerim diyordum. Onu yine de yapabilirim. Ama alışveriş yapmak istemiyorum. Dün zaten yine gereksiz yere bir ceket, bi de kazak aldım ve hatta bir de küpe. Manasızlığın dibine vurmuş durumdayım.
İnsanlara ne zaman azıcık pozitif yaklaşmaya çalışsam, karşıma bir dingil çıkıyor ve beni dünyadan bezdiriyor. Dünden beri böyle bir şahsın yarattığı siniri üzerimden atmaya çalışıyorum. Atamıyorum. Bazı insanlar asla tanışmasalar, yani öyle bir öngörü olsa. Misal aynı binada çalışman gerekiyor, mecbursun ama böyle bir elektrik / ışık falan birşey çıksa insanların tepesinden, kolundan bacağından, artık neresinden çıkacaksa ve o ışık / elektrik falan şöyle anlamlar içerse: “sizin beraber kahve içmeniz mümkün, hatta proje falan konuşabilirsiniz”, “siz asansörde falan karşılaşabilirsiniz ama günaydın-günaydın o kadar”, “siz asansörde bile karşılaşmayın, allah muhafaza”... Yani bakıp kendi rengine, karşısındakinin rengine (çok salak olanlar kullanma kılavuzu falan açıp, renkleri her seferinde kontrol de edebilirler), “tamam ben bu insanla konuşabilirim” ya da “yok abicim ben o kadar saçma konuşuyorum ki, çıkarttığım renge bak, en iyisi içime kapaniyim, kimseyle konuşmiyim” falan diyebilseler...

Hayal tabii bunlar.
Ececim, istediğin gibi en yakın kitabın (waiting for the barbarians by j.m.coetzee) 161.sayfasının 5.cümlesine baktım: Someone comes running up. yazıyor. Haha hahah buna çok güldüm şimdi. Kitabımız hakkında bir ipucu verdi mi? vermedi ama olsun. Kitabımız başka sayfaların başka cümlelerinde bizi sevindirir allah kısmet ederse, inşallah.
Ve son kararımı verdim: kursa gitmiyorum. Bi kahve yapiyim kendime.

.
.
.

13 Şubat 2009 Cuma

the great song of indifference




I don't mind if you go
I don't mind if you take it slow
I don't mind if you say yes or no
I don't mind at all
I don't care if you live or die
Couldn't care less if you laugh or cry
I don't mind if you crash or fly
I don't mind at all

I don't mind if you come or go
I don't mind if you say no
Couldn't care less baby let it flow
'Cause I don't care at all

I don't care if you sink or swim
Lock me out or let me in
Where I'm going or where I've been
I don't mind at all

I don't mind if the government falls
Implements more futile laws
I don't care if the nation stalls
And I don't care at all

I don't care if they tear down trees
I don't feel the hotter breeze
Sink in dust in dying seas
And I don't care at all

I don't mind if culture crumbles
I don't mind if religion stumbles
I can't hear the speakers mumble
And I don't mind at all

I don't care if the Third World fries
It's hotter there I'm not surprised
Baby I can watch whole nations die
And I don't care at all


I don't mind about people's fears
Authority no longer hears
Send a social engineer
And I don't mind at all



12 Şubat 2009 Perşembe

hang fire

In the sweet old country where I come from
Nobody ever works
nothing gets done
We hang fire
You know marrying money is a full time job
I don't need the aggravation
I'm a lazy slob
I hang fire
Hang fire, put it on the wire
We've got nothing to eat
We got nowhere to work
Nothing to drink
We just lost our shirts
I'm on the dole
We ain't for hire
Say what the hell
Say what the hell, hang fire
Hang fire put it on the wire
here's ten thousand dollars go have some fun
Put it all on at a hundred to one
Hang fire, hang fire, put it on the wire

11 Şubat 2009 Çarşamba

...Tiffany's ... Cartier...

Aslında bunu korkarak yazıyorum. Yazarken köpürerek delirmekten endişe ediyorum çünkü.
Hayatımın en önemlileri listesinde çok merkezi ve kıpırdamaz yerlere sahip 2 şahane kadınla Cuma akşamı buluşup, güzel bir şarap içelim, güzel bir yemek yiyelim dedik. Bir de zaman olmuş kapsamlı görüşmeyeli; şöyle beyaz masa örtülü, ince kadehli, iyi şaraplı ve de yemekli, mümkünse az gürültülü bir yerde, doğrudüzgün bir yemek olsun istedik. Sonra o akşama içimizden birinin bir arkadaşının doğumgünü olduğunu hatırlandı ve “Cuma olamadı ama madem bu haftasonu hepimiz burdayız ve de buluşalım istedik, ee cmts buluşalım” demiş bulunduk…
Tabii ki büyük hata.
Cuma gecesi için rezervasyon yaptırdığım yere telefon ettim, cmts’ye revize edebilir miyiz diye… Tlf’daki sesin hıhhh deyişini derinden duydum, (sağ omzunu silkmesini ve kafasını hafif sağa doğru attırırken, dudaklarının da “deli falan mısınız?” edası ile sağa kıvrılmasını görmedim ama çok net hissettim), hemen akabinde de “mümkün değil” cümlesi geldi.
Neyse tamam dedik, popüler bir mekan orası, yer olmaması normal.
Asmalı’da 2-3 tane yukarıdaki tanıma uyabilecek, beyaz örtü olmasın tamam ama en azından güzel yemek ve içki olsun diye düşündüğümüz yeri aradık, hepsinde aynı “hiç yerimiz yok” cevabı.
Bebek’teki mekanları ve de çapa mekanlarını biz istemedik: bi takım kırmızı gonca güllü sosyetik çiftlerle kaynaşmamak için.
Sonra şöyle şeyler oldu:
Sadece iş yemekleri için gittiğimiz etiler’de bir italyan bize önce “programı duymak ister misiniz?” sorusunu yöneltti, “delirdiniz mi siz bilmemkaç senelik iş yemeği mekanısınız, neyinize program falan” dedik. Ona rağmen “yer var mı” diye sorduğumuzda aldığımız cevap çok matematikseldi: yer vardı ve gece kişi başı xxxtl idi ve eğer olur da bizim masada kişi başı hesap
Yazın bazen sadece içki içmek, bazen de yemek için gittiğimiz panoramik bir mekanımız ise, “size menüyü yollayalım, bakın seçin” dedi. Tam “peki” diyorduk ki, onlar da rezervasyonu yaparken ödemeyi eft’lememiz gerektiğini yoksa rezervasyon almadıklarını beyan ettiler…
Hiç “gece 10:30’dan sonra gelebilirsiniz”, “akşamüzeri 5’le 7 arası yerimiz var”lara falan girmiyorum.
...
Şu an 3 ayrı yerde rezervasyonumuz var. Üçü de tam istediğimiz gibi değil ama en azından “istediğiniz yemeği yiyebilirsiniz” serbestliğini veren mekanlar, “yerimiz var, önden para yollamanıza gerek yok” dediklerinde hemen rezervasyon yaptırdık.
Neden 3? Üçüne de gidecek miyiz?
Hayır. Sadece şaşkınız sanırım. Ondan oldu.
...

dream brother


There is a child sleeping near his twin
The pictures go wild in a rush of wind
That dark angel he is shuffling in
Watching over them with his black feather wings unfurled
The love you lost with her skin so fair
Is free with the wind in her butterscotch hair
Her green eyes blew goodbyes
With her head in her hands
and your kiss on the lips of another
Dream Brother, with your tears scattered round the world.
Don't be like the one who made me so old
Don't be like the one who left behind his name
'Cause they're waiting for you like I waited for mine
And nobody ever came...
I feel afraid and I call your name
I love your voice and your dance insane
I hear your words and I know your pain
Your head in your hands and her kiss on the lips of another
Your eyes to the ground
and the world spinning round forever
Asleep in the sand with the ocean washing over...

9 Şubat 2009 Pazartesi

ben her zaman böyle... ben böyle vesaire...

Havadan mı neden bilmiyorum. Bugün acaip bir mide bulantısı ile ofisi öğlende terk ettim. Gerçi eve geldim, çalıştım ama hiç değilse daha kendi kendime olduğumdan olsa gerek, biraz daha iyi hissedebildim. Yine de sanırım yarın işe gidemiycem, öyle bir bezgin hal var üzerimde ve belki de aslında içimde.
Bezgin halin “belki de içimde” oluşundan tespitle rahatlıkla söyleyebilirim ki, herşeyden fena halde bezmiş durumdayım. Sanırım bezginliğin direkt yansıması olarak pek sevdiğim müzikler bile bi ağır aksak gelebilmekte, “yağmur yağıyor fenerbahçe’ye, hava gri, çay da yaparım yağmura karşı otururum yarın” dediğimde de bir bezme hali geliyor, olmadıysa “sabah kalkmam abicim işe gitmiyceksem öğlenlere kadar uyurum” diye düşündüğüm anda da uyuma fikrinden bezme hali (uyumaktan bezmek hiç tadmadığım bir his bu yaşıma kadar)...
Yarın sabah 9’a bir kahve sözüm vardı, bana ihtiyacı olan birisine – geçen haftadan randevulaşmıştık, “konuşsak biraz?” dediği için. Ona mail attım, “Cuma yapsak?” diye. Eski ajanstan bir arkadaşım “bişey anlatmam lazım, uğriyim” diye mail atmıştı ve yarın uğraması muhtemeldi, ona da mail attım “sen en iyisi haftaya gel” diye. Bu ayın sonunda evlenecek bir arkadaşımla yarın öğlende yemek yiyecektik, davetiyesini verecekti bana, ona da sms attım “hastayım :( ” şeklinde. Yetmez akşam çıkışta da, geçen hafta bizden ayrılanlardan birisi ile buluşma planımız vardı – baktım o insanlar olmadan 1 hafta geçmiş bile, ben sadece 1-2 kere sms/mail falan atmışım, haftasonu “herşey yolunda mı?” dedim onun üzerine, o da “Salı görüşürüz” demişti.
Sanırım bu çok sosyal Salı beni hasta etti.
Bazen geçmiş zamanlarda gittiğim o ruh hastası shrink aklıma geliyor (aslında sık sık aklıma geliyor o ruh hastası kadın) ve “telefonunuz çalıyor mu geceleri?” diye soruyor bana sarı saçlarımdan ben suçluyum formatında attırırken saçlarını... O yüzden bugün allah için ne yaptım diye dua eden küçük çocuklar tadında, bugün beni kimler sevdi / kimler aradı diye kısa bir liste yapıyorum ayık uyuduğum gecelerde, uykudan hemmen önce... Belki de o yüzden, insanları geçmişte bırakamıyorum, çok zorlanıyorum eski insanları hayatımdam çıkartırken; bırakın çıkartmayı, insanları kırıverirsem (çünkü kolaylıkla kırıveren çok öküz bir insanım), kırdığım insanlardan daha da çok üzülüveriyorum. Ve bu sebeplerle bazen, herkesi sevelim, insanlar kardeş olsun, dünya barışı ve halkların dostluğu falan derken bulabiliyorum kendimi ama sonra kendime dürüst olduğum noktada, aslında bu sosyalleşmelerin beni benden aldığını farkediyorum. İşte o zaman sessiz olsa ortalık ya da beni hiç tanımayan (ama merak da etmeyen, “kim bu?” diye birbirini dirsek teması ile dürtüklemeyen ya da hakkımda illa bişiler konuşmayan) insanların olduğu bir yerlerde yaşasam istiyorum. Hiç sevmediğim hatta beni ruhsal olarak karanlık dehlizlere iten irlanda fiyordu mu olur, yoksa ne işim var burda adamı tunç gibi kendimi biranda bir anadolu köyünde mi bulurum bilemeden – öyle aklımdan geçiriyorum yalnız ve yabancı olmayı... Sonra yine gereksiz gerçekçi olan tarafım diyor ki: yaşayamazsın sen oralarda...
Kalabalıklar içinde yalnız olmaktan ne kadar üzüntü duyuyorsam, tamamen yalnız olmak hissinden de aynı derecede üzüntü duyuyorum. Ortasını becerlemenin, yeri geldiğinde adamakıllı yalnız yeri geldiğinde dibine kadar sosyal olmanın çok zor olduğunu düşünüyorum.
Sanırım o yüzden çok mutlu zamanlarımda bile biraz mutsuzum, çok mutsuz zamanlarımda bile biraz ucundan koyvermiş...
İşte bi de bi yandan bi bezginlik var ki, anlatılmaz.
.
.
.

bilene bilmeyene helal olsun...

5 Şubat 2009 Perşembe

red right hand


Take a little walk to the edge of town
Go across the tracks
Where the viaduct looms,
like a bird of doom
As it shifts and cracks
Where secrets lie
in the border fires,
in the humming wires
Hey man, you know
you're never coming back
Past the square, past the bridge,
past the mills, past the stacks
On a gathering storm comes
a tall handsome man
In a dusty black coat with a red right hand

He'll wrap you in his arms,
tell you that you've been a good boy
He'll rekindle all the dreams
it took you a lifetime to destroy
He'll reach deep into the hole,
heal your shrinking soul
But there won't be a single thing
That you can do.
He's a god, he's a man,
he's a ghost, he's a guru
They're whispering his name
through this disappearing land
But hidden in his coat is a red right hand

You ain't got no money?
He'll get you some
You ain't got no car?
He'll get you one
You ain't have no self-respect,
you feel like an insect
Well don't you worry buddy,
cause here he comes
Through the ghettos and the barrio
and the bowery and the slum
A shadow is cast wherever he stands
Stacks of green paper in his red right hand

You'll see him in your nightmares,
you'll see him in your dreams
He'll appear out of nowhere but
he ain't what he seems
You'll see him in your head,
on the TV screen
And hey buddy, I'm warning you
to turn it off
He's a ghost, he's a god,
he's a man, he's a guru
You're one microscopic cog
in his catastrophic plan
Designed and directed by his red right hand

4 Şubat 2009 Çarşamba

Mario beni üzme nolur...

Mario Levi’yi ilk kez 92de okumuşum; Madam Floridis Dönmeyebilir ve En Güzel Aşk Hikayemiz.
Madam Floridis Dönmeyebilir’i 14 Ekim 1992’de Şişli’den almışım (şişli’de ne kitapçısı vardı şimdi hiç hatırlamıyorum?). Kitap Aralık 1990 basımı, muhtemelen ilk baskısı… Herhalde ona aşık olunca, hemen gidip En Güzel Aşk Hikayemiz’i almışım, onun içinde de 28 Kasım 1992 Şişli yazıyor (şişli konusu çok acaip)… O, Haziran 92 basımı.
Sonra 31 Ocak 1995’de Bir Şehre Gidememek’i almışım (nerden aldığım belli değil, şişli olmadığı kesin!)…
Aradan zamaaaan geçtikten sonra 99'da ML İstanbul Bir Masaldı’yı bizlere sunduğunda, kitabı depresif bir ruh hali içinde okuduğumu çok iyi hatırlıyorum, boşanma öncesi daha ayrı da yaşamadığımız (dragos'ta acaip güzel ve acaip sıkıcı bir evde evli-barklı yaşarken) ve her şeylerden sıkıldığım bi o kitaptan sıkılmadığım zamanlardı, kitabın altı çizili tüm satırları ağır depresyon işareti… İstanbul Bir Masaldı bütün okuduğum kitaplar arasında top 20ye rahat girer, hatta zorlasam 10a bile sokarım belki, bilemedim şimdi.
ML’nin İBM hariç diğer üç kitabını zaman içinde defa defa okudum, özellikle çok seyahat ettiğim 98-99 yıllarında kazakistan’a gürcistan'a falan giderken her gidişte birini, her dönüşte diğerini tekrar okuduğumu biliyorum.
Sonra ML çok uzun bir ara verip, Mart 2005’de Lunapark Kapandı’yı yayınladı. Kitabı raflarda görmeden, Radikal Kitap’ta okudum. Çok iyi hatırlıyorum, eve gelmiştim, o günün gazetesini açtım, arasından kitap eki çıktı, önce ona baktım, ML’nin yeni kitabı cümlesini okuyunca, arabaya atlayıp Nautilus’a gittim (saat 21:30 falandı), koşarak Megavizyon’a çıktım, kitabı alıp, eve döndüm (ece, sana sms atmış olmalıyım; o gece birkaç ML tutkununa sms atıp, allaaam ne heyecanlıyım demiştim). Sonra Lunapark Kapandı beni mahvetti. ML’den hiç beklemeyeceğim kadar zavallı bir kitaptı, kitabı kaçıncı sayfada bıraktım şimdi bilemiyorum tabii ama yattığı bir kadın vardı, kürtajdan çıktılar, kadına “baklava ister misin?” gibi salak bir soru sordu gibi bişeyler kalmış aklımda. O esnada kitabı salonun bir köşesine attığımı hatırlıyorum; sonra bir şans daha verdim, onda da kadınla tatile gidip, arabayı yol kenarına çekip, kamyonlar geçerken kadınla nasıl seviştiğini falan anlatıyordu. Kitabı bu sefer tamamen kapattım. ML andropoza girmiş olabilirdi ama bana ne sakallı, keli çıkalı yıllar olmuş, muhtemelen bilmemnesinin kılı ağarmış adamın seks hikayelerinden, seks hikayeleri okuyacaksak hiç değilse abicim ne biçim de yatmışlardır falan dedirtecek bir adamın yazdıklarını okumak ister insan. Neyse uzun lafın kısası, ortasında eeehhh diyip attığım az kitap vardır, Lunapark Kapandı onlardandı.
Bu akşam yemeğe gitmeden biraz vaktim vardı, Remzi’de Karanlık Çökerken Neredeydiniz’i gördüm. Tabii ki aldım. Şimdi okumakta olduğum diğer kitapları bırakıp, bir heves, sanki ardımızda hiç de fena (ML terminolojisi ile “kekremsi”) bi ayrılık bırakmamışız gibi, kendisine adayacağım kendimi. Bu sefer artık andropozdan falan çıkmış olduğunu umuyorum.
Ve Mario Levi’nin Madam Floridis Dönmeyebilir’de yazdığı, altı 92’lerden çizili şu cümledeki gibi: Aldanmalara güvenmek beni hala, çok tuhaf bir biçimde mutlandırıyor.

everything will flow


Watch the early morning sun
Drip like blood from the day
See the crazy people run
So many games to play
See the blue suburban dream
Under the jet plane sky
Sleep away and dream a dream
Life is just a lullaby


Watch the day begin again
Whispering into the night
See the crazy people play
Hurrying under the light
A million cars, a million trains
Under the jet plane sky
Nothing lost and nothing gained
Life is just a lullaby

And everything will flow

The neon lights in the night tonight will say
Everything will flow
The stars that shine in the open sky will say
Everything will flow
The lovers kissed with an openness will say
Everything will flow
The cars parked in the hypermarket know
Everything will flow

Evde Yokum

Bütün cmts salonda köşe yastığından az hallice oturduğumu sanırım yazmıştım. Az hallice olmasının nedeni benim şarap da içebilen ve okuyabilen bir canlı oluşumdan kaynaklanıyor yoksa köşe yastığı dediğimiz (kırlent de tabir edilen) eşya ile aynı mekanda yaklaşık aynı alanları kapladık. Hiç ses çekebilecek durumda da diildim yine tahmin edileceği üzere; görsel ve işitsel basından uzak kalmayı tercih ettiğim gibi; yazılı ve sanal mecralara bile soğuktum bi miktar, para vererek okuduğum tek gazetemin cmts günü eki gelmedi üzüldüm, pazar günü ise kendisinden artık şiddetle sıkıldığım çok mühim yazarımızın veda yazısını okudum, adeta sevindim.
Bir ara kapı çaldı, kapı çalınışlarında çok tedirgin olan bir bünyem var – hemen gereğinden fazla sessizleşiyorum, "allahım kim ve neden gelmiş olabilir" derken içimden bir ses, elim gayri ihtiyari cep tlf’uma gidiyor (kendisi adeta bir uzvummuşçasına yanımda yakınımda olduğu için her daim, cep tlf’umu aramak diye bir şey söz konusu değil), hemen cebimi sessize alıyorum; hani olur da 10.kata çıkmışsa gelen ve kulağını kapıya dayamış cep telefonumdan yerimi tayine çalışıyorsa, asla evde olduğum onaylanamasın diye. Bu saniyelerde aklımdan hep aynı şeyler geçiyor (aynı sıralama ile aynı sorular ve aynı cevaplar): arabam otoparkta?! olsun, her yere arabayla mı gidicem? hem belki şu an uyuyorum, rahatsız edilmemem gerekmez mi? (di mi benjamin? evet evet tabi aynen)
Bu cmts de aynı şey oldu. Kapı çaldı. Önce şaşırdım, sonra hemen "aslında yokum ve kim bilebilir ki belki de gerçekten yokum?!?!" mood’una geçtim (syn nazif, psikolojikman incelemizi tabii ki bekliyorum ama olayı a/anti-sosyal boyutundan bi adım ileri götüreceğinizi ve bu sefer çocukluğuma ineceğinizi tahmin ediyorum, şuraya uzaniim ben, siz sorun ben cevapliyim).
Tam da bu noktada, femme fatale soruma aslıhayvanının cevabı olan sevdiğim kadın Aysel Gürel de geldi tabii ki aklıma (ki ayrı mı yazılacak burda?)
Yok olaya uygun bir şarkı sözü falan hatırladığımdan diil (AG söz yazarı olmanın ötesinde sanat tarihi okumuş, edebiyat öğretmenliği yapmış, tiyatrolarda / filmlerde oynamış, kitaplar yazmış bir kocaman kadın(dı)), bu kadar sıfata / vasfa (da) rağmen, ben AG’in temsil ettiği karakterin hastasıydım (hala da hastasıyım), aynı sebeple Semiha Berksoy’un da hastasıyım mesela (ancak aynı sebep zannederek Gülriz Sururi derseniz kırıcı olabilirim)… bu hasta olduğum kadınlara başka örnekler de verebilirim ama şu an AG’e işliyor kafam sadece.
AG’in (şehir efsanesi değilse), kapısı çalınınca “kim o?” dediğini ve hatta gelen müjde ar’sa misal “anne benim” cevabına “evde yokum” diye seslendiğini anlatmıştı annem bana – “yaşlanınca sen de öyle olacaksın” diye ekleyerek.
Bunun o klasik deliydi ne yapsa yeriydi, yok işte istediğini yapabilmek için deli sıfatını kendine verdirdiydi’lerden çok uzak ve çok şahane bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Henüz çalan kapıya “evde yokum” diye seslenmiyorum ama 40 sene daha yaşarsam yapabilirim yani inşallah, bi gayret, di mi?

3 Şubat 2009 Salı

All along the watchtower


"There must be some way out of here,"
said the joker to the thief,
"There's too much confusion, I can't get no relief.
Businessmen, they drink my wine,
plowmen dig my earth,
None of them along the line know what any of it is worth."
"No reason to get excited," the thief, he kindly spoke,
"There are many here among us who feel that life is but a joke.
But you and I, we've been through that,
and this is not our fate,
So let us not talk falsely now, the hour is getting late."
All along the watchtower,
princes kept the view
While all the women came and went,
barefoot servants, too.
Outside in the cold distance
a wildcat did growl,
Two riders were approaching,
the wind began to howllllllll....

herkese yakışır ama bence ya jimi olacak ya paul...

2 Şubat 2009 Pazartesi

"Exit Music (For A Film)"

Wake.. from your sleep
The drying of your tears
Today we escape, we escape
Pack.. and get dressed
Before your father hears us
Before all hell breaks loose
Breathe, keep breathing
Don't lose your nerve
Breathe, keep breathing
I can't do this alone
Sing.. us a song
A song to keep us warm
There's such a chill, such a chill
You can laugh
A spineless laugh
Now we are one in everlasting peace
We hope that you choke, that you choke
We hope that you choke, that you choke
We hope that you choke, that you choke