23 Mayıs 2009 Cumartesi

Silence is (really) sexy!

En sevdiğim cumartesilerdendi. Telefon sadece birkaç kez çaldı, gelen smsler hemen cevap gerektirmiyordu, e-mail gelmedi bile denebilir.
Gazete, kitap, çay, tost, kitap, çikolata, cigar, kahve, uyku, haşlanmış sebze, çay, badem şeklinde geçti gün.
Uyandığım zaman (2. Uyanışta) 18:07 falandı. Ev nasıl sakin, nasıl sessiz. Salonda güneş var hala ama sıcak değil, sadece sarı bir ışık.
Sonra okuma koltuğuma kurulup da, laptopu kucağıma aldığımda dedim ki: bu evin en güzel tarafı bu kadar sessiz oluşu. Uzun uzun denize bakmak da güzel, gemiler falan geçerken, sabah / gündüz / gece renkler de güzel, güneşin batışı vs vb. Ama en güzel tarafı 10.kattasın diye, korna sesini / trafik gürültüsünü bile ancak arada sırada duymak; sadece kuş sesi en güzeli. Katta 2 daire var, karşımdaki daire boş. Üstteki dairelerden birinde yaşayan kadın senenin yarısından fazlasını Bodrum’da geçiriyor; diğeri de senenin en az 3 ayını Amerika’da...
Evin içinde ses / gürültü yaratabilecek tek canlı da benim: müzik / tv / dvd olursa ses var, yoksa yok... Tam bunları düşünüp, aslında bu ev mi huzur veren, yoksa yalnız yaşamam mı diye soruyordum ki;
şu blog yazısını okudum. İnsanın hayatında rahatsız edecek ses olacaksa, illa oluyor demek ki.
Huzur dolu haftasonları diliyorum efem...
.
.


21 Mayıs 2009 Perşembe

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Hello Africa!


Şu aralar Radyo Eksen’de her reklam arasında “NTV Bilim” en başta çıkıyor. Tüm NTV reklamlarını konuşan tok sesli şahsımız bize “Hepimiz Afrikalıyız! İnsan 60bin yıl önce başlayan yürüyüşte nereye vardı?” diye soruyor. “Bi yere varmadık anam” demek istiyorum ben, “fazla yürümedik de zaten biz. Afrikadan çıktık, hafif sağ sonra az topla sonra hafif sol yapıp, memlekete geldik, emmi usulü oturuşlar çömdük ağaç altına, hala ordayız.”

Bilim insanı değilim, ancak bu kadar anlıyorum bilimden. Hatta dergiyi aliyim dedim kendime ama sırf Afrikalıyız diye şimdi kendimi bilim konularına veremiycem. Geçen gece sevgili hayvana anlatmak istedim ama popüler bir mekanda, ses-gürültü-görsel kirlilik olmasın diye bahçe tarafında, masamızda bol bitki, böcek ile otururken bulup da okuyamadım, loştu biraz.
Elizabeth Costello’yu bitirdim.
Kendisinin sevdiğimiz saydığımız Elvis Costello ile en ufak bir kan bağı yok, zaten Elvis Costello da Elvis Presley’in adını, sonra da kendi büyükannesinin kızlık soyadını alıp (atıyor muyum şimdi? ama sanki öyleydi) bu “sahne ismini” yaratmış kendine, bi de Napoleon Dynamite var kendisinin bilinen ismi...
Amaan çok uzadı, neyse Elizabeth Costello, sevdiğimiz ağır abimiz J.M.Coetzee’nin kitabının ve de kitaptaki karakterin adı. Kendisi 60lı yaşlarda bir Avustralyalı yazar ve de kitabın her bölümünde biryerlerde bir konuşma yapıyor, o konuşmaların etkilerini hem okuyucu olarak biz böğrümüzde hissediyoruz, hem de Elizabeth teyze kendisi kendisini keşfediyor. Misal ben vejetaryan falan değilim ama Elizabeth kesimhaneleri anlatığında “bir daha yiyemiycem anasını satiim” dedirtiyor okuyana ama sonra kendi kendisi ile de yüzleşiyor, “iyi hadi yemedik kuzuları / danaları, deri çanta da kullanmadık ama abicim ayakkabıları napıcaz” diyor... O noktada biz de “oha! Hakkaten abicim” diyoruz. Olay sadece kürk giymem diye soyunmakla bitmiyor... Sıkıyosa deri de kullanma, deri mont falan demiyorum bak, deri ayakkabı çizme falan giyme.

Neyse gelelim bizim neden Afrikalı olduğumuza.
Çok net:
The alphabet, the idea of the alphabet did not grow up in Africa. The alphabet had to be brought in, first by Arabs, then again by Westerners. In Africa writing itself, to say nothing of novel-writing, is a recent affair.
A second remark: reading is not a typically African recreation. Music, yes; dancing, yes; eating, yes; talking yes – lots of talking. But reading, no, and particularly not reading fat novels. Reading has always struck us Africans as a strangely solitary business. It makes us uneasy. When we Africans visit great European cities like Paris and London, we notice how people on trains take books out of their bags or their pockets and retreat into solitary worlds. Each time the book comes out it is like a sign held up. Leave me alone, I am reading, says the sign. What I am reading is more interesting than you could possibly be.
Well, we are not like that in Africa. We do not like to cut ourselves off from other people and retreat into private worlds. Nor are we used to our neighbours retreating into private worlds. Africa is a continent where people share. Reading a book by yourself is not sharing. It is like eating alone or talking alone. It is not our way. We find it a bit crazy.

So, dr alban’dan tüm sevenleri için geliyor, haydi hep beraber: Hello Africa! Tell me how you’re doin’!
.
.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

güsel türkçem

"Merhaba Genel olarak planlanan İşbaşı Eğitimine 21 – 22 Mayıs tarihinde sınıf Eğitimine ve 25 Mayıs tarihinde Mağaza eğitimine olarak katıla bilirim..

Bilgilerinize..
"

diye bir mail gelmiş eğitim departmanından bir arkadaşıma.
bu güzel türkçeyi paylaşmadan edemedim.
.
.

10 Mayıs 2009 Pazar

Acaip kılım...

*
Bu s.kindirik ve de tamamen ticari günlere acaip kılım. Sevgililer günü ya da yılbaşı geyikleri hadi neyse ama anneler, babalar gününden/günlerinden şiddetle nefret ediyorum. Babam öleli 7 sene bitecek bu haziranda ama babam hayattayken de hiç sevmezdim bu iki günü -çocukken de çok acımasız gelirdi bu günler bana. Çocukken de etrafımda annesi / babası olmayan, annesi / babası zaman önce ölmüş çocuklar vardı, arkadaşlarım, tanıdıklar falan...
Bu tek taraflı da değil, sadece annesi / babası ölmüş çocuklar değil tanıdığımız bazı insanlar; çocuğu ölmüş anneler / babalar da var bu dünyada - çocuğu çocukken / gençken ölmüş...
Ve sadece bal-kaymak hayatı olan insanlar yaşamıyor bu nalet evrende..
Hasta olan insanlar da yaşıyor, vücudu işlev göremeyen ama kafası çalışan ya da çok güzel güzel bakan ama maalesef içinde yaşadığı dünyadan dışarıya ulaşamayan insanlar da...
Bu salak günlere tüm bu sebeplerden sinir oluyorum.
Haa varken ve kutlanabilirken niye kutlamayalım diyen tuzu kuru insanlara da aman kına da yakın yanında demek istiyorum.
İnsanlar kendi canları acımadıkça hiç anlamıyorlar, kendi canları acımadıkça hiç acıyacakmış gibi düşünmüyorlar ya; o yüzden de bütün insanlığı ruhsuz ve aptal buluyorum.
Tüm gazetelerin özellikle anneler gününü olay ilan etmelerine ve de örnek anneler falan hikayeleri anlatmalarına da sinir oluyorum. Herkesin annesi kendine özel kardeşim. Sen milyarlarca anneden 4 tanesini kafana göre seçip anlatıyorsun da, noluyor? Selebriti annelere / babalara kökten hastayım zaten. Bu günleri satışları arttırıcı amaç için kullanan tüm firmaları, bu firmalardaki kıt zekalı pazarlamacıları ve bu firmalara “şahane fikrim geldi” diyen reklamcıları konuşmak bile istemiyorum. Bu akşam eve dönerken en az 5 tane çiçekçi gördüm: hepsinin önlerinde çiçekleri duruyordu, almışlar ama satamamışlar – en az 1 haftada satılacak kadar çiçek vardı hepsinde. Bi onlara üzüldüm sanırım (çiçekçilere mi çiçeklere mi emin değilim, o ayrı).
Tüm duygusuz ve ruhsuz insan aleminin her nevi özel günlerini kutlar, babalar gününe kadar sinire kesip; devamında gelecek mayısa kadar huzur içinde yaşamayı (kendi adıma) dilerim.



9 Mayıs 2009 Cumartesi

poor Al - are we not all so?

I don't know how he does it
but every woman he meets is
crazy.
he will get rid of one
crazy woman
but he never gets any
relief-
another crazy woman moves right in
with him.


it's only after they move in
and begin acting
more than strange
that they admit to him
that they've done madhouse
time
or that their families have
a long history of mental
illness.


his last one
he sent to a shrink
once a week:
$75 for 45 minutes.
after 7 months
she walked out on the
shrink
and said to Al,
"that god damned fag doesn't know
anything."


I don't know how they all find
Al.


he says you can't tell at the first
meeting
they have their guard up
but after 2 or 3 months the
guard comes down
and there's Al with
another one.

It got so bad that Al thought
maybe it was
him
so he went to a shrink
and asked
and the shrink said,
"you're one of the sanest men
I've ever met."

poor Al.

that made him feel
worse
than ever.
.
.
.

3 Mayıs 2009 Pazar

There is no hell as far as we know, apart from the one on Earth



Bu aralar bir sürü kitap okudum (ve 20 tane falan da kitap aldım) ama şimdi / biraz önce bitirdiğim kitap, uzun zamandır okuduğum en farklı kitap denebilir.
Documents Concerning Rubashov – The Gambler.
Kitap 1899’un son gecesinde, borç harç içinde ve kumar batağındaki iyi aile çocuğu Josef Rubashov’un sadece heyecan için şeytanla kumar oynaması ile başlıyor. Kumarda kaybederse ruhu şeytanın olacak ve de sonsuza dek yaşayacak. Kumarda kaybediyor tabii. Bu başlangıç birçok hikayenin başlangıcı olmuştur eminim ama bu noktadan sonra Rubashov 1900’lü yılların içindeki tüm vahşetlerde ve olası tüm kötülüklerde yer alıyor – bir çoğunda ölebilmek için gidiyor, bazılarında orada yaşarken mecburen durumun bir parçası oluyor. Kendisi gibi şeytana ruhunu satmış birkaç isim de etrafında oluyor uzun yıllar boyunca, bazen şeytan da yakınlarında oluyor – farklı karakterlere bürünerek… Çocuğunun yüksek ateşten hastayken, durumun menenjite dönmesi ve çocuğun özürlü olması ile başlayan kişisel felaketleri ailesinin yangında tamamen yok olması ile bitiyor. İçinde bulunduğu toplumsal felaketlerden en kötüsü ise bence (ki aslında hepsi çok kötü ama) Hessen’de bir bakım ünitesinin içindeki “washroom”un inşaatına yardım ediyor – fayansları döşemek üzere gelmesi gereken ekip, bir sebeple gelmeyince, Rubashov ve diğer birkaç kişi girişip washroom’u tamamlıyorlar – sonra burada insanlar yakıldığı zaman ancak, anlıyor neyin inşaatına yardım ettiğini. Bu dönemler hani 1940lar diye, biz şimdi yaşayanlara pek eski / şimdi olsa hayatta izin verilmezdi gibi geliyor ya; yıllar sonra Sırpların yaptıkları da Rubashov’un yaşadıkları arasında…
Kitap bütün bir yüzyılı yaşatırken, şu kıyamet günü ne zaman gelecek, bu insan denen iğrenç canlı ne zaman toptan yok olacak diye söylendim defalarca.
The imagination of human being knows no bounds when it comes to catching and killing, nor when it comes to escaping and getting away; for those are the conditions governing human life, those are the rules by which people have been playing the game for hundreds of thousands of years, and so they went on, never stopping.

Kitap böyle arada gülümseten, genelde “off be abicim” tatta okuturken kendisini ve “ölsün bu insanlık” dedirtirken, yazarını google görsellerde arıyoruz ve “herkes ölsün ama carl-johan yaşasın, artizim benim” demekten de kendimizi alıkoyamıyoruz… ’64 doğumlu olan ve de programımıza İsveçten katılan C-J, öl desin ölelim kategorimiz için adeta biçilmiş kaftan.
Carl-Johan Vallgren (born 1964) lives in Stockholm. His first book, a novel, was published in 1987. The novel Documents concerning the Gambler Rubashov, 1996, (Dokument rörande spelaren Rubashov) became something of a breakthrough with a larger audience. In 2002 The Horrific Sufferings of the Mind-Reading Monster Hercules Barefoot (Den vidunderliga kärlekens historia) received the August Prize for fiction (Best-novel-of-the-year-prize). This novel has sold over 300 000 copies in Sweden and rights have been sold to 20 countries. Carl-Johan Vallgren is also a successful musician and song-writer in a satirical chanson-tradition;he has recorded several cd:s. (http://www.bonniergroupagency.se/200/201.asp?id=704)

bi tom waits tadı?!?!

ve hatta bukowski?!?!?

.
.