27 Ağustos 2009 Perşembe

Aborjinlere hakaret...

methadras'a ithafen :)
(methadras şiddetle tiskinebilen hatta hızla nefret edebilen bir kişi olduğu için kendisine sevgimiz ve saygımız sonsuz.)

KGS kartı kullanımı ile ilgili bazı tespitleri olmuş, ordan yola çıkarak:

Dün Ankara’dan dönerken acaip yorgunduk.. Sürekli anons yapması gereken / işi anons olan kadına yüksek sesle “bi sussan keşke” diye söylenirken yakaladım kendimi bir ara – ama yorgun / dinlenik, tatil / iş ne olursa olsun; bu uçuşlarda en sevmediğim şey: uçağa binemeyen, binse de oturamayan, kendisi / karısı otursa da, karısı / kendisi yerleşemeyen, ısrarla bagaj olarak vermedikleri kendileri kadar çantalarını "başüstü dolaplarına" yerleştiremeyen insanlar ve bu insanlar yüzünden biz yerleşmesi ve uyuyası olan kişilerin koltuklarımıza oturmamızın zaman alması...

Bi de bu check-in görevlileri bazen (sanırım onlar da zaman zaman yolculara fena halde kıl olduklarından) aileleri bölüveriyorlar çeşitli sıralara ve de koltuklara...

Dün de bir kadın (ki kendisi pek feminen bir görüntü de sergilemiyordu), kocası ile ayrı düşmüş (arka-arkaya koltuklar)... böyle bir oturamamalar, bir yanyana yer istemeler, dudak sarkmış, gözler nemli hostesten yardım isteyerek bakmalar falan..

Hostes öndeki adama “aileyi bölmesek, siz arka sıraya geçer misiniz?” dedi.

Adam direkt “hayır” dedi.

Biz kısa bir süre, "ulan acaba ben derdim" diye birbirimizle bir anket çalışması gerçekleştirdik ve vardığımız sonuç, çok net “hayır” oldu....

Yani özetle: Ben seni aborjin olarak değil, insan olarak sevmiyorum... (umut'un hastasıyız, o ayrı)


23 Ağustos 2009 Pazar

Barefoot

Tarantino’yu sevdim. Hatta status update’ime @ glourious basterds yazmışım – daha uygun oldu bile dedim. Ama şimdi herkesler pek seviyorlar diye hafif kıllanmak üzereyim. Neyse ben zaten en çok Stiglitz’i sevdim, gazetemin enn bi filmeleştirmeni “tek ifade ile oynadığını” yazmış kendisinin - mühim olan da o değil mi demek istiyorum…

Carl-Johan’ın adını uzun uzun yazmaya pek zorlandığım, kısaca Hercules Barefoot diyebileceğimiz, güzel kitabını bitirdim. CJ’ın deli olduğuna daha önce karar vermiştik zaten. Net tespit. Kendisi deli.
(Bu arada Stiglitz’i oynayan Til Schweiger’in Berlin’de kendi production company’si olması ve de adının Barefoot Films olması?!?!)



Şimdi Kurt Vonnegut okuyorum, God Bless You Mr.Rosewater. Kendisi hakkında herhangi birşey bilmiyorum - raflar arasında oturulup, ilk bikaç sayfa okunarak alınan kitaplardan, umutluyum.
...
Yaz bitiyor.. Ama hala vakit varken, her gece teraslı / açık havalı bir yerlerde soğuklar tüketmek mümkün (dün yazıyordu galiba, okudunuz mu? malezyada bir kadın (32 yaşında, (ne önemi varsa yaşının)) bira içiyor diye kırbaç cezasına çarptırılmış!)…
Bugün Tamirane’de Chet Baker Project vardı mesela, mekan sessiz, huzurlu; yemekler güzel, şarap şahaneydi.
...

21 Ağustos 2009 Cuma

Helecan

Gerçi ne zaman bişeye helecan yapsak, ezik geyik salak bi sonuç oluyor... Bakalım bakalım...
Diğer taraftan brad pitt'ten yoğun tiksindiğim için, çok da helecanlı diilim - o zaman belki herşey güzel olur?

13 Ağustos 2009 Perşembe

kermit the frog




6 Ağustos 2009 Perşembe

He's our Man


Çok sıcaktı. Çok kalabalıktı. Bir sürü çirkin insan da vardı. Açıkhavanın girişi köprü gişelerinden de fenaydı. Yerimize oturmuş (hem de amerikalı) bir çiftle bir süre tartışmak zorunda olmamız çok anlamsızdı. Ali bana zorla alaska frigo yedirdi. Önümüzde oturan 60 yaşlarında 3 kadından bir tanesi tümmm şarkılarda, sözleri ve ritmi ne olursa olsun kendince dans etti / bizce gereksiz sallandı durdu. Yanımda oturan amerikalı adamın arada kafası düştü...


Ama 3 saat ve 23 parça boyunca hiç off demedik - cause he is really born with the gift of a golden voice. Başladığında dolunayın azıcık (ama çaktırmayacak kadar azıcık) bozulmuş hali açıkhavanın tam tepesindeydi, biterken hilton'a yaslanmıştı.


İyi ki gittik.


Bütün gece çok güzeldi ama benim için gecenin peak noktaları:


- boogie street - salute edişini hiç bozmayan LC görüntüsü ile; first we take manhattan (then we take berlin) - bu şarkıyı hep bi çok sevdiğimden; heart with no companion - sadece sözlerini pek sevdiğimden; everybody knows - olmazsa olmaz olacağından second runner-uplar...

- famous blue raincoat, sahneyi de mavi yapan ışıkçıya rağmen, gerçek bis olduğu için first runner-up...

ve

- waiting for the miracle - gerçek bir başyapıt olduğundan ve de bu kadar mı süper yorumlanır?


ayrıca dino soldo da artık hayatımızda sarsılmaz bir yere sahip... bir çalgıya nefes girince hasta oluyorum, bu nefeslileri çalanlar da hep şahane adamlar oluyorlar.


4 Ağustos 2009 Salı

Ladies' Man


Tüm selebritilerimiz pek bi heyecanlılar.

Bu leonard cohen konseri (hele bi de davetiye yok, para harcayaraktan bilet falan aldılar diye mi nedir) herkesi pek heyecanlandırdı; gazetelerde bir ucundan tutup da öbür ucuna bağlanamayan marianne hikayeleri, yok nerde tanıştılar, 30 sene sonra konserde marianne nasıl marianne_nine olarak gülümsüyordu falan bir sürü geyik.

Hiç gitmek istemiyorum bu sebeplerle bu konsere, sanki bi nevi gülhane parkı konseri – herkesler gidecekler, ama gidicem çünkü 1.herkesler gidiyorlar ve 2.çok acaip şahane bi konserdi falan olursa ve de yıllaarr sonra bile konuşulursa, kesin yanımda yakınımda olanlar “hakkaten sen niye yoktun o gece” derler ve ben acaip out of place kalırım diye – dünyanın en shallow insanı olabilir miyim?
Aslında pek de severim ama işte kılım bu kadar olay olduğu için…

Asıl o diil de, açıkhava deyince kimin konseriydi hatırlamıyorum ama 1-2 sene önceydi; ses düzeninde bir problem oldu, mikrofon mu çalışmadı ne, teknik bir çocuk -sözde kimseleri rahatsız etmeden- sahneye çıktı, işte neyse yaptığı, yaptı, böyle küçükhüsamettin tadında adımlarla sahneden çıkmaya çalışıyordu ki... üzerindeki bermuda şort bir anda dizlerinin seviyesine düştü - adamın donu yoktu, bütün açıkhava adamın kıçını gördük, bir anda açıkhavadan toplu kahkaha sesi yükseldi…
Açıkhava açıkhava olalı böyle komik bi olay daha yaşanmamıştır. Hahahha hahah

2 Ağustos 2009 Pazar

Hello There


İstanbul'a döndüm ve de surprise & delight...

Beck, evladım, su gibi aziz ol:

TW: It’s like they found one of those van Gogh’s at a garage sale. This woman bought it and she was using it to block out the sun in her kitchen. She was using it as a window shade, so it was getting all faded from the sun. And she cut it because it didn’t fit the window. When they finally discovered she had a van Gogh as a window shade, they brought in all these experts from the museum and they were all filling in her living room and they said, “How can you cut off the top off this painting?” And she said, “It was just a little piece of the sky.” Sometimes it’s the value you attach to things. It’s subjective. And we record on stuff that’s going to disintegrate. Just like films are made on celluloid that’s going to vanish, it’s going to be gone. It’s like drawing on wax paper or something.
......
......
......
TW: Yeah, it’s amazing we’re all responsible for its being built. The whole town is kind of like a folk song. It’s like public domain. You do have a hand in the building of it. It didn’t get built by one guy. This is what I envisioned, we all work together. Even in your house, the things you do to your house, well, someone will be living in it, and its what you did to it. And someone after them will be living in it. I get bothered by all the people you see every day that I’ll never see again. We’re surrounded by strangers. Millions and millions of people you see every day that are just like fish. They’re just extras in the movie starring you and you’re an extra in the movie starring them. It’s just peculiar. Then you’re really aware of it in a city ’cause there’s so many people and you’re just pushing through. You’re just like a sperm flipping your flagellum around, you know, trying to make your way through the city.
BH: Who you know and whatever situations you find yourself in with whatever people—it’s all sort of arbitrary. There are an infinite amount of doors you could’ve opened.
TW: And walk right out and walk right into another door and start another life six blocks away.
......
Bi de bu var ki, güzel yemek üstüne yenen limon sorbet gibi; hem hafif, hem "ne saçma bişey" derken bitiveriyor- damakta az kalsın fena bi tad bırakacakken: