26 Şubat 2009 Perşembe
22 Şubat 2009 Pazar
Barbarlar içimizde...
Belki de kitap zamansız ve mekansız olduğu için, insan Coetzee’nin IBM’de falan çalışmış olmasını yadırgıyor (Marianne konserde “i could never be an office person” dediğinde, “tabi mantıklı” dememiz gibi; Coetzee’nin de savaş muhabiri falan olmuş olmasını bekliyor insan). Süper bir insan olduğu kesin - wiki’de ve başka birçok kaynakta kendisine dair personality & reputation kısmında şu yorumlar var:
He is known as reclusive and eschews publicity to such an extent that he did not collect either of his two Booker Prizes in person. Rian Malan wrote that Coetzee is "a man of almost monkish self-discipline and dedication. He does not drink, smoke or eat meat. He cycles vast distances to keep fit and spends at least an hour at his writing-desk each morning, seven days a week. A colleague who has worked with him for more than a decade claims to have seen him laugh just once. An acquaintance has attended several dinner parties where Coetzee has uttered not a single word."
Adamımız ilk kitabını 1974de yayınlamış – Dusklands; sonra In the Heart of the Country var ‘77de; ’80de kitabımızla (yayınlandığı yıl) James Tait Black Memorial Ödülünü kazanmış. Devamında da bir sürü ödül ve özellikle Güney Afrika’yı onurlandırması nedeniyle bir sürü takdir var. Maşallah.
Kitapta olayın geçtiği yere dair bir bilgi verilmemesinin sebebi olayın her yerde / her dönemde yaşanabilecek olması. İnsanların huzur içinde yaşadıkları bir uç beldeye, merkezden birileri gelirler ve barbarların ülke genelinde huzuru kaçıracağı varsayımdan yola çıkarak ortamın bırakınız huzurunu kaçırmayı, bokunu çıkarırlar. Bu uç beldenin yönetimindeki kişinin (magistrate) anlattığı hikayede, insanların nasıl aslında hayvan (ya da barbar) oldukları ve de aslında nasıl da içlerinde tüm hayvani dürtüleri taşıdıkları çok da rahatsız edici olabilecek görüntüler çizilerek anlatılıyor. İnsanlardan tiksindiğimiz kadar var dedirtiyor yani. Toplumda herkes olmasa da en azından bazıları, var olan düzeni ve içinde bulundukları refahı aynı kalsın isterken (magistrate başta olmak üzere, ya da ilerleyen sayfalardaki drug store owner gibi); ezici çoğunluk hem bilmediklerinden korkuyorlar / kendilerini uzak tutuyorlar, hem de zaman içinde kötüleşen düzene alışıp giderek kötü olanı normal, daha da kötü olanı kabul edilebilir buluyorlar. Yaşadıkları düzeni değiştiren, kaçan ve de umutsuzluğa kapılan insanların kaybettikleri, ama işin-hiç-değilse-iyi-tarafı kötülerin de sonunda kaybettikleri bir kitap. İyiler de pek bir şey kazanamıyorlar maalesef. Magistrate “pain is truth, all else is subject to doubt”, “I have not asked for more than a quiet life in quiet times” diyor olacakları henüz yaşamaya başlarken.
İlk “barbar” grubundan aldıkları esirleri işkence ile yavaş yavaş öldürürken merkezden gelenler, içlerinden bir kızı yarı kör ve oldukça sakat olarak bırakıyorlar. Refahın üst seviyelerde olduğu şehirde dilenmek yasak, bu barbarian kız ise sakat ve çalışabilecek durumda olmadığı için dileniyor. Magistrate ile kızın çok sancılı ilişkisi de ağır depresyon kaynağı. Magistrate diyor ki bir seferinde: I catch myself in a moment of astonishment that I could have loved someone from so remote a kingdom. All I want now is to live out my life in ease in a familiar world, to die in my own bed and be followed to the grave by old friends…
Merkezden gelenler geri dönerlerken ortada barbarlar falan yok – kitabın başından itibaren bildiğimiz gibi. Barbarların yaptığını sandıkları / sandırdıkları her şeyi kendileri yapan aptal adamlar donlarını zor toplayıp geldikleri yere geri giderlerken; magistrate bu geçen zamanı yazması / anlatması gerektiğini düşünüyor: “After which the barbarians will wipe their backsides on the town archieves. To the last we will have learned nothing. In all of us, deep down, there seems to be something granite and unteachable.”
Velhasıl içinizi acıtan ve de sıcak evinizde, kahveniz yanınızda, huzurunuz tavana vurmuşken, oturduğunuz yerde sizi rahatsız eden kitaplardan. Pek şahaneydi.
"Barbarian" is a pejorative term for an uncivilized person, either in a general reference to a member of a nation or ethnos, typically a tribal society as seen by an urban civilization either viewed as inferior, or admired as a noble savage. In idiomatic or figurative usage, a "barbarian" may also be an individual reference to a brutal, cruel, warlike, insensitive person. – wikipedia
http://www.english.emory.edu/Bahri/Coetzee.html
http://en.wikipedia.org/wiki/J._M._Coetzee
http://nobelprize.org/nobel_prizes/literature/laureates/2003/coetzee-bio.html
.
.
21 Şubat 2009 Cumartesi
Tespit: "Benim de bu derdim var işte"
Dönüşte çocukluğumdaki şekerlerden aldım. Deneyimsel Pazarlama işte aynen bu. Yıllardır içinde olup da, hakkında anlattığımız tüm koku / tat / duyu / duygu hikayesi aynen buna bağlanıyor. O şeker paketini görünce, kaç yaşında olduğumun hiç önemi kalmıyor. O şeker paketi de o kadar az yerde var ve o kadar özletiyor ki kendisini… Kar yağacak, hava çok fena olacak, avrupa'daki donduran soğuklar falan deyip, beni korkuttular. Uzun yollardan gidip, uzun yollardan dönmek zorunda kaldım ama iyi oldu. Bir tespitte bulundum böyle uzun uzun düşünürken: Sanırım hayatımın tüm alanlarında bir adaptasyon zorluğu yaşıyorum - sanırım her şeyin sebebi bu. Benim commitment problemi sandığım şeye dün ece alakası yok dedi. Bugün ben o konunun da adaptasyon sıkıntısı olduğunu tespit ettim. Uyumsuz bir insanım. Alışamıyorum. Ama bir kere alışınca da alıştığım / sevdiğim gibi olsun istiyorum. Düzen içindeki tetiklemeler ok, challenge is good yani ama (anlatması zor biraz) misal okul kapandı hadi tatile durumunu sevmezdim çocukken, kendim de anlamazdım; yazlıktakileri çok özledim, çok seviyorum niye gitmek istemiyorum diye. Sonra yaz bitince de, hadi okula diyemezdim, nefret ederek dönerdim istanbul’a – okul açılıncaya kadar ama sonra okulda da çok eğlenirdim. Evden çıkınca işe 1 saat araba kullanmayı bunun için seviyorum. Araba kullanmaya alışıyorum ve “tamam hocam, yetti” dediğim anda ofise gelmiş oluyorum. Ofisteyken “tamamdır, artık çıkıcam” demeden ben, bir sebeple çıkmam gerekirse, sinir geliyor. Aynı şey, hayatımın tüm pasajlarında var. Kısacası kar yağmadı ve fakat uzun yoldan dönmek iyi oldu. Şeker yiyip, müzik dinleyerek ve de hayata dair saptamalar, karmaşık ruh durumuma dair tespitler yaparaktan eve dönmek iyi geldi.
Geçen haftanın çok mühim bazı konuları yoğunluktan kaynadı. Tinder’ı anlatiyim bi tek. CRR’de 20:00’de başlayacağı duyurulan konserin, yakinen takip ettiğiniz gibi, biletleri konserden 1 hafta falan önce satışa çıktı. Konser 20:00’de başlayacak deniyorsa, söylenene “peki” diyen her ezik insanevladı gibi 20:00’de gidersiniz di mi? Biz de öyle yaptık. Sonra 21:00’e kadar Tindersticks bekledik – ki ben hakkaten sinir oldum. 20:00’de adı sanı duyulmamış ve bence sittinsene de duyulamayacak bir gerzek 6 parça falan gitarla inleyerek ve de apple laptopundan amfi soundu yarataraktan içimizi çekti, arada da Türkiye ile ilk tanışmasının 7 yaşındaykene midnight express’i seyretmesi ile olduğunu söyleyip, kendince espri yapmaya çalıştı. Gerçekten büyük fiyaskoydu. Neyse 21:00’de abilerimiz sahneye ışık saçarak tek tek çıktılar – intro’yu stuart’sız bize sundular. Mükemmeldi. Devamında da ağırlıklı olarak the hungry saw ve üç-beş klasikle bizi huşu içinde bıraktılar. Boobar come back to me özellikle şahaneydi, velhasıl sahne güzel, ses güzel, kitle gayet düzgündü. Sevdiğim müzikleri konserlerde canlı dinlediğimde, beni her daim en mesud eden ses nefeslilerden geliyor. Nefeslileri dinlerken ceket iliklenmesi gerektiğine dair bir inancım var. Tindersticks’in son albümünde de bu inancımı en tepelere çıkaran bir adam kendilerine destek vermiş. Terry hem şıktı, hem de zarif; yetmez kendisi o gece bize bu dünyadaki en müthiş sesleri sundu. Bazı insanlar vardır, onlar bizim yaşadığımızı bile bilmezken, biz kendilerini yaratan yüce varlığa şükürler ederiz: dünyamıza düşürmüş bu kişiyi diye.
.
.
19 Şubat 2009 Perşembe
aysel goes to see jr.semiha
14 Şubat 2009 Cumartesi
sevemedim gitti insan denen canlıyı...
İki şey kafamı bulandırıyor:
1) “bir sürü insan iyi/kötü fotoğraf çekiyor, kursa gidip de mi çekiyorlar? gitmeden de çekebilirim ben, belki, neden olmasın?” (buna karşı görüş olarak “varken bu eğitim neden gitmiyorum? ilk seferine gidiyim, eğitimdeki herkesten nefret edersem, bir daha gitmem. ilk seferden gitmezsem çünkü, gelecek seferlere zaten gidemem” diyor içimdeki ikinci ses. “E ama zaten haftaya cmts muhtemelen ist’da olamayacağım, sonraki cmts bir düğün var so zaten eğitime gidemiyeceğim, o zaman şimdi de gitmiyim” diye bu karşılıklı delicevatlığım devam ediyor).
2) faturanızı da yanınızda getirin diye bir not düşmüşler, sabahtan beri faturayı arıyorum ve bulamıyorum... çok bedbahtım. Faturayı aynı zamanda sigorta süresini gösteren bir belge olması nedeni ile özel bir yere de kaldırmış (saklamış) olabilirim (ki hiç bulamiyim) ya da faturayı saklarsam bulamayacağımı bildiğim için çok elimin altında bir yerde bulunduruyor da olabilirim (ki o zaman görmeye çok alıştığım için, sabahtan beri görememekteyim). Özetle faturam yok. Yani var da nerde bilmiyorum.
En iyisi bu kursa gitmemek mi bu durumda?
Akmerkez’e de aylardır gitmiyordum, bi akmerkez gezerim diyordum. Onu yine de yapabilirim. Ama alışveriş yapmak istemiyorum. Dün zaten yine gereksiz yere bir ceket, bi de kazak aldım ve hatta bir de küpe. Manasızlığın dibine vurmuş durumdayım.
İnsanlara ne zaman azıcık pozitif yaklaşmaya çalışsam, karşıma bir dingil çıkıyor ve beni dünyadan bezdiriyor. Dünden beri böyle bir şahsın yarattığı siniri üzerimden atmaya çalışıyorum. Atamıyorum. Bazı insanlar asla tanışmasalar, yani öyle bir öngörü olsa. Misal aynı binada çalışman gerekiyor, mecbursun ama böyle bir elektrik / ışık falan birşey çıksa insanların tepesinden, kolundan bacağından, artık neresinden çıkacaksa ve o ışık / elektrik falan şöyle anlamlar içerse: “sizin beraber kahve içmeniz mümkün, hatta proje falan konuşabilirsiniz”, “siz asansörde falan karşılaşabilirsiniz ama günaydın-günaydın o kadar”, “siz asansörde bile karşılaşmayın, allah muhafaza”... Yani bakıp kendi rengine, karşısındakinin rengine (çok salak olanlar kullanma kılavuzu falan açıp, renkleri her seferinde kontrol de edebilirler), “tamam ben bu insanla konuşabilirim” ya da “yok abicim ben o kadar saçma konuşuyorum ki, çıkarttığım renge bak, en iyisi içime kapaniyim, kimseyle konuşmiyim” falan diyebilseler...
Hayal tabii bunlar.
Ececim, istediğin gibi en yakın kitabın (waiting for the barbarians by j.m.coetzee) 161.sayfasının 5.cümlesine baktım: Someone comes running up. yazıyor. Haha hahah buna çok güldüm şimdi. Kitabımız hakkında bir ipucu verdi mi? vermedi ama olsun. Kitabımız başka sayfaların başka cümlelerinde bizi sevindirir allah kısmet ederse, inşallah.
Ve son kararımı verdim: kursa gitmiyorum. Bi kahve yapiyim kendime.
.
.
13 Şubat 2009 Cuma
the great song of indifference
I don't mind if you take it slow
I don't mind at all
I don't mind if you crash or fly
I don't mind at all
I don't mind if you say no
Couldn't care less baby let it flow
Send a social engineer
12 Şubat 2009 Perşembe
hang fire
Hang fire put it on the wire
11 Şubat 2009 Çarşamba
...Tiffany's ... Cartier...
Hayatımın en önemlileri listesinde çok merkezi ve kıpırdamaz yerlere sahip 2 şahane kadınla Cuma akşamı buluşup, güzel bir şarap içelim, güzel bir yemek yiyelim dedik. Bir de zaman olmuş kapsamlı görüşmeyeli; şöyle beyaz masa örtülü, ince kadehli, iyi şaraplı ve de yemekli, mümkünse az gürültülü bir yerde, doğrudüzgün bir yemek olsun istedik. Sonra o akşama içimizden birinin bir arkadaşının doğumgünü olduğunu hatırlandı ve “Cuma olamadı ama madem bu haftasonu hepimiz burdayız ve de buluşalım istedik, ee cmts buluşalım” demiş bulunduk…
Tabii ki büyük hata.
Cuma gecesi için rezervasyon yaptırdığım yere telefon ettim, cmts’ye revize edebilir miyiz diye… Tlf’daki sesin hıhhh deyişini derinden duydum, (sağ omzunu silkmesini ve kafasını hafif sağa doğru attırırken, dudaklarının da “deli falan mısınız?” edası ile sağa kıvrılmasını görmedim ama çok net hissettim), hemen akabinde de “mümkün değil” cümlesi geldi.
Neyse tamam dedik, popüler bir mekan orası, yer olmaması normal.
Asmalı’da 2-3 tane yukarıdaki tanıma uyabilecek, beyaz örtü olmasın tamam ama en azından güzel yemek ve içki olsun diye düşündüğümüz yeri aradık, hepsinde aynı “hiç yerimiz yok” cevabı.
Bebek’teki mekanları ve de çapa mekanlarını biz istemedik: bi takım kırmızı gonca güllü sosyetik çiftlerle kaynaşmamak için.
Sadece iş yemekleri için gittiğimiz etiler’de bir italyan bize önce “programı duymak ister misiniz?” sorusunu yöneltti, “delirdiniz mi siz bilmemkaç senelik iş yemeği mekanısınız, neyinize program falan” dedik. Ona rağmen “yer var mı” diye sorduğumuzda aldığımız cevap çok matematikseldi: yer vardı ve gece kişi başı xxxtl idi ve eğer olur da bizim masada kişi başı hesap
dream brother
9 Şubat 2009 Pazartesi
ben her zaman böyle... ben böyle vesaire...
Bezgin halin “belki de içimde” oluşundan tespitle rahatlıkla söyleyebilirim ki, herşeyden fena halde bezmiş durumdayım. Sanırım bezginliğin direkt yansıması olarak pek sevdiğim müzikler bile bi ağır aksak gelebilmekte, “yağmur yağıyor fenerbahçe’ye, hava gri, çay da yaparım yağmura karşı otururum yarın” dediğimde de bir bezme hali geliyor, olmadıysa “sabah kalkmam abicim işe gitmiyceksem öğlenlere kadar uyurum” diye düşündüğüm anda da uyuma fikrinden bezme hali (uyumaktan bezmek hiç tadmadığım bir his bu yaşıma kadar)...
Yarın sabah 9’a bir kahve sözüm vardı, bana ihtiyacı olan birisine – geçen haftadan randevulaşmıştık, “konuşsak biraz?” dediği için. Ona mail attım, “Cuma yapsak?” diye. Eski ajanstan bir arkadaşım “bişey anlatmam lazım, uğriyim” diye mail atmıştı ve yarın uğraması muhtemeldi, ona da mail attım “sen en iyisi haftaya gel” diye. Bu ayın sonunda evlenecek bir arkadaşımla yarın öğlende yemek yiyecektik, davetiyesini verecekti bana, ona da sms attım “hastayım :( ” şeklinde. Yetmez akşam çıkışta da, geçen hafta bizden ayrılanlardan birisi ile buluşma planımız vardı – baktım o insanlar olmadan 1 hafta geçmiş bile, ben sadece 1-2 kere sms/mail falan atmışım, haftasonu “herşey yolunda mı?” dedim onun üzerine, o da “Salı görüşürüz” demişti.
Kalabalıklar içinde yalnız olmaktan ne kadar üzüntü duyuyorsam, tamamen yalnız olmak hissinden de aynı derecede üzüntü duyuyorum. Ortasını becerlemenin, yeri geldiğinde adamakıllı yalnız yeri geldiğinde dibine kadar sosyal olmanın çok zor olduğunu düşünüyorum.
İşte bi de bi yandan bi bezginlik var ki, anlatılmaz.
5 Şubat 2009 Perşembe
red right hand
Take a little walk to the edge of town
Go across the tracks
Where the viaduct looms,
like a bird of doom
As it shifts and cracks
Where secrets lie
in the border fires,
in the humming wires
Hey man, you know
you're never coming back
Past the square, past the bridge,
past the mills, past the stacks
On a gathering storm comes
a tall handsome man
In a dusty black coat with a red right hand
He'll wrap you in his arms,
tell you that you've been a good boy
He'll rekindle all the dreams
it took you a lifetime to destroy
He'll reach deep into the hole,
heal your shrinking soul
But there won't be a single thing
That you can do.
He's a god, he's a man,
he's a ghost, he's a guru
They're whispering his name
through this disappearing land
But hidden in his coat is a red right hand
You ain't got no money?
He'll get you some
You ain't got no car?
He'll get you one
You ain't have no self-respect,
you feel like an insect
Well don't you worry buddy,
cause here he comes
Through the ghettos and the barrio
and the bowery and the slum
A shadow is cast wherever he stands
Stacks of green paper in his red right hand
You'll see him in your nightmares,
you'll see him in your dreams
He'll appear out of nowhere but
he ain't what he seems
You'll see him in your head,
on the TV screen
And hey buddy, I'm warning you
to turn it off
He's a ghost, he's a god,
he's a man, he's a guru
You're one microscopic cog
in his catastrophic plan
Designed and directed by his red right hand
4 Şubat 2009 Çarşamba
Mario beni üzme nolur...
Madam Floridis Dönmeyebilir’i 14 Ekim 1992’de Şişli’den almışım (şişli’de ne kitapçısı vardı şimdi hiç hatırlamıyorum?). Kitap Aralık 1990 basımı, muhtemelen ilk baskısı… Herhalde ona aşık olunca, hemen gidip En Güzel Aşk Hikayemiz’i almışım, onun içinde de 28 Kasım 1992 Şişli yazıyor (şişli konusu çok acaip)… O, Haziran 92 basımı.
Sonra 31 Ocak 1995’de Bir Şehre Gidememek’i almışım (nerden aldığım belli değil, şişli olmadığı kesin!)…
Aradan zamaaaan geçtikten sonra 99'da ML İstanbul Bir Masaldı’yı bizlere sunduğunda, kitabı depresif bir ruh hali içinde okuduğumu çok iyi hatırlıyorum, boşanma öncesi daha ayrı da yaşamadığımız (dragos'ta acaip güzel ve acaip sıkıcı bir evde evli-barklı yaşarken) ve her şeylerden sıkıldığım bi o kitaptan sıkılmadığım zamanlardı, kitabın altı çizili tüm satırları ağır depresyon işareti… İstanbul Bir Masaldı bütün okuduğum kitaplar arasında top 20ye rahat girer, hatta zorlasam 10a bile sokarım belki, bilemedim şimdi.
ML’nin İBM hariç diğer üç kitabını zaman içinde defa defa okudum, özellikle çok seyahat ettiğim 98-99 yıllarında kazakistan’a gürcistan'a falan giderken her gidişte birini, her dönüşte diğerini tekrar okuduğumu biliyorum.
Sonra ML çok uzun bir ara verip, Mart 2005’de Lunapark Kapandı’yı yayınladı. Kitabı raflarda görmeden, Radikal Kitap’ta okudum. Çok iyi hatırlıyorum, eve gelmiştim, o günün gazetesini açtım, arasından kitap eki çıktı, önce ona baktım, ML’nin yeni kitabı cümlesini okuyunca, arabaya atlayıp Nautilus’a gittim (saat 21:30 falandı), koşarak Megavizyon’a çıktım, kitabı alıp, eve döndüm (ece, sana sms atmış olmalıyım; o gece birkaç ML tutkununa sms atıp, allaaam ne heyecanlıyım demiştim). Sonra Lunapark Kapandı beni mahvetti. ML’den hiç beklemeyeceğim kadar zavallı bir kitaptı, kitabı kaçıncı sayfada bıraktım şimdi bilemiyorum tabii ama yattığı bir kadın vardı, kürtajdan çıktılar, kadına “baklava ister misin?” gibi salak bir soru sordu gibi bişeyler kalmış aklımda. O esnada kitabı salonun bir köşesine attığımı hatırlıyorum; sonra bir şans daha verdim, onda da kadınla tatile gidip, arabayı yol kenarına çekip, kamyonlar geçerken kadınla nasıl seviştiğini falan anlatıyordu. Kitabı bu sefer tamamen kapattım. ML andropoza girmiş olabilirdi ama bana ne sakallı, keli çıkalı yıllar olmuş, muhtemelen bilmemnesinin kılı ağarmış adamın seks hikayelerinden, seks hikayeleri okuyacaksak hiç değilse abicim ne biçim de yatmışlardır falan dedirtecek bir adamın yazdıklarını okumak ister insan. Neyse uzun lafın kısası, ortasında eeehhh diyip attığım az kitap vardır, Lunapark Kapandı onlardandı.
Bu akşam yemeğe gitmeden biraz vaktim vardı, Remzi’de Karanlık Çökerken Neredeydiniz’i gördüm. Tabii ki aldım. Şimdi okumakta olduğum diğer kitapları bırakıp, bir heves, sanki ardımızda hiç de fena (ML terminolojisi ile “kekremsi”) bi ayrılık bırakmamışız gibi, kendisine adayacağım kendimi. Bu sefer artık andropozdan falan çıkmış olduğunu umuyorum.
everything will flow
Evde Yokum
Bir ara kapı çaldı, kapı çalınışlarında çok tedirgin olan bir bünyem var – hemen gereğinden fazla sessizleşiyorum, "allahım kim ve neden gelmiş olabilir" derken içimden bir ses, elim gayri ihtiyari cep tlf’uma gidiyor (kendisi adeta bir uzvummuşçasına yanımda yakınımda olduğu için her daim, cep tlf’umu aramak diye bir şey söz konusu değil), hemen cebimi sessize alıyorum; hani olur da 10.kata çıkmışsa gelen ve kulağını kapıya dayamış cep telefonumdan yerimi tayine çalışıyorsa, asla evde olduğum onaylanamasın diye. Bu saniyelerde aklımdan hep aynı şeyler geçiyor (aynı sıralama ile aynı sorular ve aynı cevaplar): arabam otoparkta?! olsun, her yere arabayla mı gidicem? hem belki şu an uyuyorum, rahatsız edilmemem gerekmez mi? (di mi benjamin? evet evet tabi aynen)
Bu cmts de aynı şey oldu. Kapı çaldı. Önce şaşırdım, sonra hemen "aslında yokum ve kim bilebilir ki belki de gerçekten yokum?!?!" mood’una geçtim (syn nazif, psikolojikman incelemizi tabii ki bekliyorum ama olayı a/anti-sosyal boyutundan bi adım ileri götüreceğinizi ve bu sefer çocukluğuma ineceğinizi tahmin ediyorum, şuraya uzaniim ben, siz sorun ben cevapliyim).
Tam da bu noktada, femme fatale soruma aslıhayvanının cevabı olan sevdiğim kadın Aysel Gürel de geldi tabii ki aklıma (ki ayrı mı yazılacak burda?)
Yok olaya uygun bir şarkı sözü falan hatırladığımdan diil (AG söz yazarı olmanın ötesinde sanat tarihi okumuş, edebiyat öğretmenliği yapmış, tiyatrolarda / filmlerde oynamış, kitaplar yazmış bir kocaman kadın(dı)), bu kadar sıfata / vasfa (da) rağmen, ben AG’in temsil ettiği karakterin hastasıydım (hala da hastasıyım), aynı sebeple Semiha Berksoy’un da hastasıyım mesela (ancak aynı sebep zannederek Gülriz Sururi derseniz kırıcı olabilirim)… bu hasta olduğum kadınlara başka örnekler de verebilirim ama şu an AG’e işliyor kafam sadece.
AG’in (şehir efsanesi değilse), kapısı çalınınca “kim o?” dediğini ve hatta gelen müjde ar’sa misal “anne benim” cevabına “evde yokum” diye seslendiğini anlatmıştı annem bana – “yaşlanınca sen de öyle olacaksın” diye ekleyerek.
Bunun o klasik deliydi ne yapsa yeriydi, yok işte istediğini yapabilmek için deli sıfatını kendine verdirdiydi’lerden çok uzak ve çok şahane bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Henüz çalan kapıya “evde yokum” diye seslenmiyorum ama 40 sene daha yaşarsam yapabilirim yani inşallah, bi gayret, di mi?
3 Şubat 2009 Salı
All along the watchtower
said the joker to the thief,
"There's too much confusion, I can't get no relief.
Businessmen, they drink my wine,
plowmen dig my earth,
None of them along the line know what any of it is worth."
"No reason to get excited," the thief, he kindly spoke,
"There are many here among us who feel that life is but a joke.
But you and I, we've been through that,
and this is not our fate,
So let us not talk falsely now, the hour is getting late."
All along the watchtower,
princes kept the view
While all the women came and went,
barefoot servants, too.
Outside in the cold distance
a wildcat did growl,
Two riders were approaching,
the wind began to howllllllll....