12 Ocak 2009 Pazartesi

Seni ormanda büyükhalan yetiştirdi yavrum...

Bu blog konusu biraz sıkıntılı bir mevzu. Geçen gün syn.nazif “boşladınız blogları” diye dürtünce bizi, baktım aslı hayvanı bir gecede 2 tane yazı patlatmış.
Şöyle bir tespit yaptım..
Bloglar temelde 3’e ayrılıyor:
- Anne blogları, bu hep çocuk yazan anneler ve çocuk seven anne adaylarının yazılarından oluşuyor. Çocukların hiçbirini tanımıyorum. Zaten hayatımda sadece 1 çocuğu (halen çocuk olan) tanıyorum ve seviyorum. Elvin haricinde bir çocuk daha sevebileceğim ihtimaline de şüpheyle yaklaşıyorum – bunca sene içinde sadece Melis’i (kendisi yıllaaar önce çocuktu) ve Elvin’i sevebildim çünkü. Elvin yazıları haricinde çocuk yazılarını pek okuyamıyorum – okumaya gayretlensem de anlayamıyorum okuduklarımı.
Bu tamamen annemin 2 ağbisi ve babamın da 2 ablası olmasına rağmen toplam 3 kuzenim olmasından kaynaklanıyor. Büyük dayımın ve küçük halamın kendilerini vakfettikleri çocukları vardı evet (ve hayır tabii ki birbirleri ile evli değillerdi, başka insanlarla evlilerdi) ama büyük halam ve küçük dayım (yine birbirleri ile değil, başka insanlarla) evli olmalarına rağmen “çocuksuz” aileler yaratmışlardı. Bizim evde benim, tek çocuk olmamın verdiği her daim sevilen çocuk hallerim, özellikle bu büyükhalaya hiçç işlemezdi. Küçük dayım beni pek severdi ama yıllar içinde onunla da mesafeli denebilecek bir ilişkiye dönüştü aramızdaki sevgi. Neyse bu büyükhala, çok kokoş bir kadındı, sürekli seyahat eder, o seyahatlerden kendine incik boncuk takım tayyör eşarp şal çanta pabuç falan alır, bize de sonra şık şıkıdım gelirdi. Bana ömrü hayatında 2 tane falan elbise almıştır (o da ben 3 yaşındayken falan). Yani o derece çocuk ruhundan anlamayan bir şahsiyetti. Annemle babam; büyükhalamın her bahsi geçtiğinde “onun çocuğu yok ya, anlamıyor, o yüzden” derlerdi bana bakıp... Ben de kendisine azıcık acırdım, “onun çocuğu yok, anlamıyor” diye. Yıllar sonra büyükhalamın kopyası olacağımı ve kendi eşime dostuma da “çocuğum yok ya, ondan anlamıyorum ben, yoksa valla insanım aslında” falan diyeceğimi hiç tahmin edemezdim tabi.. Neyse işte anne bloglarını okurken o yüzden tam anlayamıyorum.
- Bir de yemek blogları var –ki obez insanlar olmalılar onlar. Yoksa sadece yazmak için yapıp atıyorlar mı o yemekleri, kurabiyeleri, reçelleri falan? Gurme falan da asla değiller, hepimizin bildiği yemekleri yapıp, onları yaparken kullandıkları eski püskü kap kacağın da resmini çekip, mutfak temiz mi, lavabo yanında bu eski fırça ve de deterjan da çıktı fotoda gibi endişeler beslemeden, yemeğin her aşamasını fotolayıp, ardarda yapıştırıyorlar bu “yeme de yanında yat” bloglarında. Bunlarda iştahım açılmadığı gibi, abicim işiniz gücünüz mü yok, gidin alın ne yoruluyorsunuz diyorum... Ama büyükhalama benzemekten bunlar, yoksa annem mesela süper şahane yemek yapar; neyse.
- “Diğer” diye tanımlanabilecek kategoride ise, en dürüst ve en kanlısından bloglar var. Onları ve yazdıklarını okumayı seviyorum. Bu insanlar birgün salak bir film, ertesi gün ofisteki bir saçma kavga, sonraki gün yolda üstlerine sıçrayan çamur gibi hakkaten hepimizin hayatında olan “gerçek” şeyleri yazıyorlar. Çocukları belki var, belki yok; ama çocuktan bağımsız kendilerine ait bir kafaları var en azından, illaki hep çok mutlu falan değiller, hakkaten üzüldükleri / şaşırdıkları bişeyler olabiliyor. Sanırım insan gibi insanlar.

Şimdi syn nazif dedi diye, etkilenip “yav hakkat biz bu işi boşladık” dedim – kendikendime. Sonra “bu blog ilk başta neydi, neyi düşünüp de buldum diye buldumcuk olmuştum: sevdiğim insanları yazacaktım, illa tanıdığım değil de (çok insan tanıyıp, az insan seven bir bünyem var), hatta tanımadığım ve belki de aslında tanımadığım için sevdiğim insanlar olacaktı – aralarda da tanıdığım ve sevdiğim 3-5 şahıs, belki.” diye hatırladım...
Bunları bulduğum tam da o zaman cannes’dan dönmüştüm, otelin bahçesinde her sabah madame barriere’e bakıp, “yaşlanınca olunası insan” demiştim. Sonra 3 ay falan madame barriere’den başka kimseleri yazamayınca (geçenlerde barton da, “açıyorum hep o yaşlı kadın” dedi!), “hadi tom yaziyim, dur o zaman hayata dair şu oldu onu mu yaziyim” falan oldum...
Bu sabah bunları düşünerek evden çıkarken, bizim apartmanın kapıcısı ile karşılaştım. Kendisi ile karşılaşmamaya gayret ediyorum. Ne zaman ne tepki vereceği belli olmuyor. Bazen uzaktan beni görüp, bir kafa sallama hareketi ile “bekle orda” diyor. Kaşımı kaldırıp “annamadım hocam?” diyorum, dakikada tek adım atarak bana bir kağıt parçası getiriyor, “bu senin” diyor... Zaten ofise geç kalmışken, bu saatte 60 adımdan fazla atmayan çevik kişi kafasını sallayınca, hızla uzaklaşmak ihtiyacı hissedip yine de olduğum yere çakılıp kalıyorum. Bu sabah da asansörden inmeye çalışıyordum – yani asansörün han kapısından bozma kapısını açıcam da, elimde laptop, bazı evraklar, kaplumbağayım_aslında_evimi_de_yanımda_taşırım_çantam, yol 1,5 saat sürecek kahvem-elmam, çantama atmaya fırsat bulamadığım ev anahtarı ve birazdan lazım olacak araba anahtarı falan perişanım... Baktı bana uzun uzun... Bir KAL’lı olarak çok fena bakmamla tanınırım yıllardır bu alemde ama hiç tepki vermedim, bakışa bakış falan sökmüyor kendisine. Bir seferinde “yardım eder misin?” sorusunu yöneltmiştim bundan daha da fena bir haldeyken “nerden çıktı ki o şimdi?” demişti bana – soruma soruyla karşılık vererek... Öyle öküz bir insan kendisi.... İşte tam aklımda “sevdiceklerimi yaziyim, sevgi böcüğü oliyim, olmaz mı, hem de herşey güzel olur o zaman” derken bu öküz insanla karşılaşınca, mümkün olmadığını farkettim. Dünyada her yüzmilyon öküzcüğe bir insancık düşüyor olabilir belki ancak.
Sonra Ferhan’ımın (ki kendisini geçen gün bu sayfalarda gözümüzün pınarında ha düştü ha düşecek bir sevgi damlası ile anmış ve “yav ne zamandır mahrumuz onun yeni satırlarından” baabında bazı ifadeler kullanmıştık) yeni kitabı, Aralık 2008’te biz müridlerine hediye ettiği “karagöz ile boşverinbeni”de ettiği ve tabii ki yürekten vuran cümlesi geldi aklıma: “kapıcısızlık güzel şey” yazmıştı...
Ben burada sürekli olarak okuduğum dinlediğim şeyleri yazan bir insan mı olacağım bu durumda?! O zaman da çok mu nerd bir insanım acaba diye sorasım geliyor – ki sanırım öyleyim. Ne fena. Hep şarap ya da kahve içip, yanında az bişeyler yiyip, kitap okuyasım ve “sessiz olabilir misiniz aceba?” diye sorasım var yanımda yakınımda olan insanlara... Bi de işte sevdiğimiz müzikler.
Müzik demişken, Ayça Şen Başkan ve Astronot konusuna gelecek sefere değinicem. Henüz edindim ama kendisi ne yapsa severiz, bunu da sevicez sanırım, hatta seviyorum bile.

9 yorum:

aslı hayvanı dedi ki...

annesel konusunda bence annelerin iki seçeneği var; ya annelik ve onun getirdiği duygular, endişeler ve gereklerine teslim olacaz, bu mel-un etiket babylon lounge fiyat listesindeki gibi halihazırda varolan benliğimizin üzerine yapışacak ve bu suretle bizi ele geçirecek veya savaşacaz devamlı ve benim gibi hasta olcaz hepbelabel. hangisi daha sağlıklı bilemiyorum. kabullenmek de lazım biraz ama tamamen teslim olmayı ve anneliğimle tanımlanmayı reddediyorum ben şahsen.

sen ise en boş konudan bile harika şeyler döktürürsün. ve benim de en favori blog yazım gerçekten budur. zaten birbirimize hasta ola ola zatülcenap kapıcez bu gidişle :)

patates püresinden hallice dostunuz: aslı

ece arar dedi ki...

ay bayılıyorum yazdıklarınıza marshall hanım. her gün istiyorum. valla. valla. ciddiyim. her gün bi doz lazım bana. yanımda gibi oluyorsunuz okuyunca:)))) susar mısın, kitap okuyacağım demezsiniz siz bana da, ben bakışlarınızdan anlarım sizin.... ben de bir gün tekrar kitap okuyacağım inşallah, yav ne oldu bana? böyle de konudan konuya atlarım ben de işte...

nazif dedi ki...

kapıcıyla geçinemeyen insan sendromu dünya genelindeki sağlık harcamalarında önemli bir paya sahip maalesef.
bu sinsi hastalık, standart asosyal kişinin, karşı tarafın ilk samimiyet kurma teşebbüslerine başlarda iyi niyetli ama beceriksiz şekilde karşılık vermeye çabalaması, sonrasında ise gösterdiği yersiz çabadan utanıp kardeşim valla sana özel değil, kimseyle konuşmaktan hoşlanmam, small talk mizacım değil yüz ifadesi takınmasıyla ilk semptomlarını sergiliyor.
bu ifadenin asosyal kişinin normal hayat tarzı olduğunu bilmeyen kapıcı ise mikro ölçekte bir sınıf
kavgasına karıştığını düşünüp hırçınlaşıyor.
kgis mağduru takip eden aşamalarda yarattığı tepkinin farkına varsa da, iletişim kapasitesi düzeltici
tedbirleri almaya yeterli olmadığı için, durum karşılıklı bir pasif-agresif cepheleşmeyle kronik safhaya erişiyor.
rahatsızlık progresyonunu tamamladıktan sonra, değerli marshall'ın durumunda olduğu gibi bel fıtığı, diğer hallerde ise hastaların yaşam alanında görülen bakım ve tamirat eksikliklerinden kaynaklanan rutubete bağlı romatizma ve standart mikrobiyal hastalıklarla kendini gösteriyor.

devlet asosyallere yardım elini uzatsın, ayça şen klonlanıp hep yanımızda gezsin.

Gülben dedi ki...

mükemmel tespitler için tüm marshall sevenleri sevgiyle selamlarım...

şule dedi ki...

paige hanimcigim;
sadece başlık bile kendi başına müthiş :) gizli hayranlarinizdan biri olarak su pendik civarindaki outlet'e gidişinizi anlattığınız yazıdan bile eğlenceli bence.
bu arada yemek blogları ile ilgili bu ayki milliyet sanatta da çok hoş bir yazı vardı, eğlenerek okudum, tavsiye ederim.
ama bence nazifimin yorumu bu yorum köşesinde harcanıyor, ayrı bir blog yazısı olmalı :)

Gülben dedi ki...

geçenlerde atilla atalay'ın blogunda birşey bakıyordum; blogun adı: blogların amiral gemisi...

atilla da yılların içinde sevdiğimiz, bağrımıza bastığımız bir şahıstır ama sanırsam blogların amiral gemisi, syn nazif'in blog adı olmalıdır... ve evet kapıcı vs asosyal kiracı iletişimsizliği ancak bu kadar güzel anlatılır... syn nazif bu yoruma utangaç cevaplar verecektir ama olsun :)

şulecim, güzel türkçemizi temsilen önemli bir şahıs olarak, bu iltifatlarınıza ziyadesi ile mutlu oldum. ececim, hergünnn yazarım ben sana ve de aslı hayvanı patates püresi de olsan, bi tanesin...
imza: sevgi böceğiniz paige

aslı hayvanı dedi ki...

aaaa evet evet, kapıcı konusu. ben de şımarık mıyım acaba sanıyodum. herkese karşı ööleyim hagaden de. bakkala gidip bişii almaya bile çekinirim aslında ben. bayaa mağarayım demek.

ayça kendisi şahane ama annesi çok daha incelenesi bi insan, yaşı başı düşünülünce. dünyanın en komiği olabilir gayet. asansörden korktuğum dönem beni katıma çıkarırdı hep. utanıp, ezile büzüle teşekkür edince de "ne eziliyon be" diye kızardı.

nazif dedi ki...

iltifat alışverişi konusundaki hissiyatımdan geçenlerde bahsetmiştim, ama bu çiçekli böcekli güllü dallı ortamda ben de düşündüklerimi yazayım bari :)

on parmak on marifet ayça hanımın genç radyo günlerinden beri çok hayranıyımdır. yazılarını da beğenerek takip ederim. lakin kıymetli marshall hanım ve aslı ondan birer gömlek daha güzel yazıyor. ikisinin de her yazısı bir öncekinden süper. valla öyle.

Elif dedi ki...

Öncelikle mahsus selam eder, blog sahibine en derin saygı ve muhabbetlerimi sunarım.

Aslı'da başladığım hayatımın kıyısında köşesindeki insanlar geçidine burada kapıcımız ile devam etmek istiyorum.

Bizim apartman sinir bozacak derecede sosyaldir. Misal: Bayramlarda, sığınak olarak yapılmış ancak müteahhitin kotu tutturamadığından mıdır nedir fırfırlı perde asılacak boyutta pencereleri olan ve beni her seferinde "bu nasıl sığınak yarebbim, buraya sığınıp ne yapıcez, gelene pencereden el mi sallıcaz" düşüncelerine gark eden bodrum kattaki yönetim odasında bayramlaşma merasimi bile yapılır. Bir haftadır her gece çanak çanak aşure yemekten bir şikayetim yoktur ama çok muhabbet tez ayrılık getirir demişler di mi efeenim.

Bu güzide sosyal ortamın örgütleyicisi ise Sami'dir. Sürekli sırıtır. Böyle gamsız bir insan olamaz. Barış güvercini gibi daireden daireye selam, mesaj, rica taşır. Her akşam siparişleri toplar, onları o yılın ajandasına güzel güzel yazar, ertesi sabah ne geleceği ise sadece Sami'nin takdirindedir. Ekmek varmış peeh, Sami getirir. 10 yumurta istedin, 5 tane getirdi, neden dersim "e bu kadar yeter".

Nasılsın Sami dersin cevabı fiks; "Güzellik abla". Sami şu bizim hesaba bir bak açık vermeyelim; "bakarız abla kolay"; üç gün geçer, seninki sırıtarak gelir "abla 25 lira içerdesin"; kim içerde acaba?

Böyle hayatımıza neşe katan bir insandır.

Sanırım bizim apartmana Nazif ve Paige taşınmazlar. Son bir yıldır, on senedir kaçtığı yöneticilik nihayetinde üstünde kalan kocam dolayısıyla bir nevi Ayışığı Apartmanı First Lady'si ünvanına sahip bulunmaktayım. Adam yılın yarısını Libya'da geçirdiğinden kelli, ne olsa komşular bana geliyorlar ki, garip ama gerçek olay "yak şu kaloriferi kapıcı donuyoruz", "yöneticimizi uyuyor mu", "kapat şu kalaroferi kapıcı pişiyoruz", "paralar boşa gidiyor" üçgeninde cereyan ediyor. (şimdi kontrol ederken baktım dörtgen olmuş ama düzeltmeyeceğim, madem obsessif olduk en azındam kompulsif aksiyon geliştirmeyelim) Sami ile paslaşaraktan apartman sakinlerini oyalama konusunda epey deneyim sahibi oldum. Bunun uluslarası kalkınma örgütlerinde devam eden kariyerime ciddi fayda sağlayacağı kanaatindeyim. Buna ek olarak bu apartmanda otururken iki canım yavrumu dünyaya getirmiş olmam, bal-kaymak-tatlı-pasta eşliğinde tebriklere gelen komşular, efendim bebek mevlütleri vs. nedeniyle bu sosyal ilişki yumağına boğazıma kadar batmış vaziyetteyim.

Ne mi düşünüyoruz? Çook sıkıldık, taşınıcaz. Cidden. Sebep bu çok uzun oturduk burda ve herkesle çok samimi olduk, ıııyk gibi bir psikoloji içindeyiz. En fazla bu yaza kadar dayanırız, Serhat hesapları devreder, vıın.