Bu blog konusu biraz sıkıntılı bir mevzu. Geçen gün syn.nazif “boşladınız blogları” diye dürtünce bizi, baktım aslı hayvanı bir gecede 2 tane yazı patlatmış.
Şöyle bir tespit yaptım..
Bloglar temelde 3’e ayrılıyor:
- Anne blogları, bu hep çocuk yazan anneler ve çocuk seven anne adaylarının yazılarından oluşuyor. Çocukların hiçbirini tanımıyorum. Zaten hayatımda sadece 1 çocuğu (halen çocuk olan) tanıyorum ve seviyorum.
Elvin haricinde bir çocuk daha sevebileceğim ihtimaline de şüpheyle yaklaşıyorum – bunca sene içinde sadece Melis’i (kendisi yıllaaar önce çocuktu) ve Elvin’i sevebildim çünkü. Elvin yazıları haricinde çocuk yazılarını pek okuyamıyorum – okumaya gayretlensem de anlayamıyorum okuduklarımı.
Bu tamamen annemin 2 ağbisi ve babamın da 2 ablası olmasına rağmen top
lam 3 kuzenim olmasından kaynaklanıyor. Büyük dayımın ve küçük halamın kendilerini vakfettikleri çocukları vardı evet (ve hayır tabii ki birbirleri ile evli değillerdi, başka insanlarla evlilerdi) ama büyük halam ve küçük dayım (yine birbirleri ile değil, başka insanlarla) evli olmalarına rağmen “çocuksuz” aileler yaratmışlardı. Bizim evde benim, tek çocuk olmamın verdiği her daim sevilen çocuk hallerim, özellikle bu büyükhalaya hiçç işlemezdi. Küçük dayım beni pek severdi ama yıllar içinde onunla da mesafeli denebilecek bir ilişkiye dönüştü aramızdaki sevgi. Neyse bu büyükhala, çok kokoş bir kadındı, sürekli seyahat eder, o seyahatlerden kendine incik boncuk takım tayyör eşarp şal çanta pabuç falan alır, bize de sonra şık şıkıdım gelirdi. Bana ömrü hayatında 2 tane falan elbise almıştır (o da ben 3 yaşındayken falan). Yani o derece çocuk ruhundan anlamayan bir şahsiyetti. Annemle babam; büyükhalamın her bahsi geçtiğinde “onun çocuğu yok ya, anlamıyor, o yüzden” derlerdi bana bakıp... Ben de kendisine azıcık acırdım, “onun çocuğu yok, anlamıyor” diye. Yıllar sonra büyükhalamın kopyası olacağımı ve kendi eşime dostuma da “çocuğum yok ya, ondan anlamıyorum ben, yoksa valla insanım aslında” falan diyeceğimi hiç tahmin edemezdim tabi.. Neyse işte anne bloglarını okurken o yüzden tam anlayamıyorum.
- Bir de yemek blogları var –ki obez insanlar olmalılar onlar. Yoksa sadece yazmak için yapıp atıyorlar mı o yemekleri, kurabiyeleri, reçelleri falan? Gurme falan da asla değiller, hepimizin bildiği yemekleri yapıp, onları yaparken kullandıkları eski püskü kap kacağın da resmini çekip, mutfak temiz mi, lavabo yanında bu eski fırça ve de deterjan da çıktı fotoda gibi endişeler beslemeden, yemeğin her aşamasını fotolayıp, ardarda yapıştırıyorlar bu “yeme de yanında yat” bloglarında. Bunlarda iştahım açılmadığı gibi, abicim işiniz gücünüz mü yok, gidin alın ne yoruluyorsunuz diyorum... Ama büyükhalama benzemekten bunlar, yoksa annem mesela süper şahane yemek yapar; neyse.
- “Diğer” diye tanımlanabilecek kategoride ise, en dürüst ve en kanlısından bloglar var. Onları ve yazdıklarını okumayı seviyorum. Bu insanlar birgün salak bir film, ertesi gün ofisteki bir saçma kavga, sonraki gün yolda üstlerine sıçrayan çamur gibi hakkaten hepimizin hayatında olan “gerçek” şeyleri yazıyorlar. Çocukları belki var, belki yok; ama çocuktan bağımsız kendilerine ait bir kafaları var en azından, illaki hep çok mutlu falan değiller, hakkaten üzüldükleri / şaşırdıkları bişeyler olabiliyor. Sanırım insan gibi insanlar.
Şimdi syn nazif dedi diye, etkilenip “yav hakkat biz bu işi boşladık” dedim – kendikendime. Sonra “bu blog ilk başta neydi, neyi düşünüp de buldum diye buldumcuk olmuştum: sevdiğim insanları yazacaktım, illa tanıdığım değil de (çok insan tanıyıp, az insan seven bir bünyem var), hatta tanımadığım ve belki de aslında tanımadığım için sevdiğim insanlar olacaktı – aralarda da tanıdığım ve sevdiğim 3-5 şahıs, belki.” diye hatırladım...
Bunları bulduğum tam da o zaman cannes’dan dönmüştüm, otelin bahçesinde her sabah
madame barriere’e bakıp, “yaşlanınca olunası insan” demiştim. Sonra 3 ay falan madame barriere’den başka kimseleri yazamayınca (geçenlerde
barton da, “açıyorum hep o yaşlı kadın” dedi!), “hadi tom yaziyim, dur o zaman hayata dair şu oldu onu mu yaziyim” falan oldum...
Bu sabah bunları düşünerek evden çıkarken, bizim apartmanın kapıcısı ile karşılaştım. Kendisi ile karşılaşmamaya gayret ediyorum. Ne zaman ne tepki vereceği belli olmuyor. Bazen uzaktan beni görüp, bir kafa sallama hareketi ile “bekle orda” diyor. Kaşımı kaldırıp “annamadım hocam?” diyorum, dakikada tek adım atarak bana bir kağıt parçası getiriyor, “bu senin” diyor... Zaten ofise geç kalmışken, bu saatte 60 adımdan fazla atmayan çevik kişi kafasını sallayınca, hızla uzaklaşmak ihtiyacı hissedip yine de olduğum yere çakılıp kalıyorum. Bu sabah da asansörden inmeye çalışıyordum – yani asansörün han kapısından bozma kapısını açıcam da, elimde laptop, bazı evraklar, kaplumbağayım_aslında_evimi_de_yanımda_taşırım_çantam, yol 1,5 saat sürecek kahvem-elmam, çantama atmaya fırsat bulamadığım ev anahtarı ve birazdan lazım olacak araba anahtarı falan perişanım... Baktı bana uzun uzun...
Bir KAL’lı olarak çok fena bakmamla tanınırım yıllardır bu alemde ama hiç tepki vermedim, bakışa bakış falan sökmüyor kendisine. Bir seferinde “yardım eder misin?” sorusunu yöneltmiştim bundan daha da fena bir haldeyken “nerden çıktı ki o şimdi?” demişti bana – soruma soruyla karşılık vererek... Öyle öküz bir insan kendisi.... İşte tam aklımda “sevdiceklerimi yaziyim, sevgi böcüğü oliyim, olmaz mı, hem de herşey güzel olur o zaman” derken bu öküz insanla karşılaşınca, mümkün olmadığını farkettim. Dünyada her yüzmilyon öküzcüğe bir insancık düşüyor olabilir belki ancak.
Sonra Ferhan’ımın (ki kendisini geçen gün bu sayfalarda gözümüzün pınarında ha düştü ha düşecek bir sevgi damlası ile anmış ve “yav ne zamandır mahrumuz onun yeni satırlarından” baabında bazı ifadeler kullanmıştık) yeni kitabı, Aralık 2008’te biz müridlerine hediye ettiği “karagöz ile boşverinbeni”de ettiği ve tabii ki yürekten vuran cümlesi geldi aklıma: “kapıcısızlık güzel şey” yazmıştı...
Ben burada sürekli olarak okuduğum dinlediğim şeyleri yazan bir insan mı olacağım bu durumda?! O zaman da çok mu nerd bir insanım acaba diye sorasım geliyor – ki sanırım öyleyim. Ne fena. Hep şarap ya da kahve içip, yanında az bişeyler yiyip, kitap okuyasım ve “sessiz olabilir misiniz aceba?” diye sorasım var yanımda yakınımda olan insanlara... Bi de işte sevdiğimiz müzikler.
Müzik demişken, Ayça Şen Başkan ve Astronot konusuna gelecek sefere değinicem. Henüz edindim ama kendisi ne yapsa severiz, bunu da sevicez sanırım, hatta seviyorum bile.