27 Temmuz 2009 Pazartesi

Dark (K)Night of the Soul

.


Lynch deyince akan sular bulanır!


Yönettikleri mi, yazdıkları mı, oynadıkları mı falan derken; olay döner dolaşır Twin Peaks’te kitlenir. Hala unutamadık Twin Peaks’i ya da işte Blue Velvet’ı, Wild at Heart’ı, Lost Highway’i, Mullholand Drive’ı. Laura Dern’den bayılacak gibi olsak da... Inland Empire’da ben bile "hocam ama bunu 90 hadi bilemedin 120 dakikada toparlaman lazımdı, yazık izleyiciye" dedim ama olsun.

Lynch sevince, sevilir; ne yapsa bir yanından beğenilir; Lynch’i sevemeyen de hiç sevemez, "o cüce neden orda öyle bir anda belirdi", "peki ama o kadın şimdi neden acaip davranıyor" falan der durur.
Oysa Lynch’e kendini teslim edince, rahatlar bünye...

IMDB’nin asla beğenemediği (şimdi tekrar baktım, 3.9’a düşmüş puanı, yuh! emeğe saygısızlık en başta) Boxing Helena ise, David’in kızının bize armağınıdır, ilk izlediğimde bana “alllaaaahhhh” dedirten şahanelerdendir; beğenmesinler, Boxing olsun, benim olsun....

Şimdi twit’te David, Dark Night of the Soul’u bayilerde ısrarla arayınız diye uyardı biz cemaatini. Şöyle şahane bir
link var.
Gidip bakarsanız, albümün ilk dinleyicilerinden olma şansınız var.
.
David, öl desin ölelim – çok net.
.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Canım Vedat Abi...

Vedat Abiyi bu sabah 05:15’de kaybetmişiz.
Vedat Abi bizim için Suat’ın babası olmaktan öte, hatta Suat’ın babası olmaktan ziyade, Vedat Abi idi tüm çocukluğumuzda. Yazlığa geldiği anda bizim kızlar olarak, bize sadece ve sadece “nasılsınız çocuklar” diyecek olmasından bile mutlu olurduk. Beyaz giyerdi Vedat Abi hep, beyaz şalvar pantalon giyerdi mesela – şalvar pantalon o yıllarda kimselerde olmazdı, üstüne beyaz t-shirt giyerdi; hep fit hep bronz hep yakışıklı ama en önemlisi hep güleryüzlüydü.
Canım Vedat Abi yıllar içinde sadece yıllandı, sanki hiç yaşlanmadı. Sonra birgün allahın belası kanser Vedat Abiyi de aldı avcuna –tüm iyi insanlar kanserden ölüyor olabilir mi? Nedim birgün beni arayıp, “beni görmek istemiş, gidiyorum, sen de gel” dedi. Gidemedim. Benim kafamda Vedat Abi hep o beyaz şalvarlı, gülen gözlü, müthiş adam kalsın istedim.
Canım Vedat Abi, şimdiden çok özledim.
.

16 Temmuz 2009 Perşembe


10 Temmuz 2009 Cuma

Bir temmuz günü rastladım size...

Bugün şöyle şeyler oldu.
Sabah uyku sersemi evde gökkuşağı vardı mesela, tam evin içinde diildi ama yakındaydı yani.
Sonra evden çıkmadan şu nerden neden nasıl bir ruh halinde aldığımı hiç hatırlamadığım albümü attım çantaya (haftasonu bütün cd’lerimi topladım çok yorucu bir çalışma sonucu) ve hala çözemediğim bişekilde bana eskilerden iyi bir sesi hatırlattı ama kimi, bak hala bilmiyorum.
Ofiste uzun zamandır “aman olmasın” dediğimiz bir iş, bugün oldukça az yoraraktan bizi, geçti, bitti, oh çok şükür.
Aslıhayvanı uzun zamandır süren sessizliğini bozdu, haraptar’da akdeniz insanını bekliyoruz hala (yazar da bir akdeniz insanı olduğundan uzun sürüyor yayına hazırlanması).
Ofisten 16:59’da çıkmayı planlarken, 16:45 itibari ile başlayan ve 1.5 saat süren bir teleconf’a kaldım, acaip sıkıldım. Tüm İngilizlerin (en azından benim tanıdığım tüm İngilizlerin) gerizekalı olduğunu düşünüyorum… Havasından mıdır kraliyet kırmasından mıdır bir salaklık var… Aptal insanlardan çok rahatsız oluyorum, aptal olup aptal olduğunu bilmeyenlerden fena halde sıkılıyorum. Aptal olup aptal olduğunun farkında olmayan ve kendisini akıllı sanıp ısrar edenlerden direkt nefret ediyorum.
Dönüşte köprüde son cohiba’mı içerken çok efkarlıydım, bırakıp gidesim var her şeyi diye düşündüm uzun uzun, hatta 10 gün kalıp da çok mutlu olduğum uzak bir memlekete gitsem, ekvator bölgesi her daim ılıman, yağmur mu istedim çıkarım yağmur ormanlarına daha da iyisi şamda kayısı falan diye içimden geçirdim… bayağı bayağı sardırırken ulan keşke olsa diye, K’den mail geldi, “çok sıkıldım kanada açıklarında (hah hahah kanada bile kesmemiş) kuzey denizinde bir petrol platformunda mı çalışsam diyorum” diye…
Sonra eve geldim, gmail’de mesaj: Betsey Johnson is following you on Twitter. Hahh hahahah betsey yavrum zahmet etmiş, alçakgönüllü kadın tabii, bak vivienne’e burnu düşse eğilip almaz, onu da izliyorum, geri dönüp izliyor mu beni….
Neyse bir kadeh soğuk koydum, güneş yine bi güzel battı kalamış’ın üstünde… Dün mü gazetede vardı, güneşin en güzel battığı iller arasındaymış bizim il, anasını sattıımın..

Unplugged...

..
Bazı insanlar vardır, aylar yıllar görüşmeseniz de hep aynı kalır ilişkiler.

MK ile biz 5 sene beraber kafa patlatıp, hayatı tam da istediğimiz gibi evirdik çevirdik. Yolda kalsam, lastiğim patlasa, polis çevirmesine takılsam falan dediğimde aklıma gelen ilk 2 isimden bazen 1.si bazen 2.sidir kendisi.

Tam 10 ay olmuş ayrı düşeli ama piç sırıtışlarımız hala aynı, aynı anda aynı tepkileri verip, aynı iğrenç gülüşlerle gülebiliyoruz ve de hala hiç konuşmadan aynı şeyi düşünüp aynı anda aynı noktaya kitlenebiliyoruz.

Bu akşam da masayı envai çeşit donattık, ebi ten yemezsek ölebiliriz diye ebi ten gelsin, daha önce kullanılmamış yağ kullanın bizi sinirlendirmeyin dedik, sesame crunchy falan… hayvanlar gibi yedik, içtik. Çok acaip muhabbetler, memleket nasıl kurtulur tadında hayata dair analizler ve de “o ha abicim o ne sırt, yavrum nereye gidiyosun” derinliğinde bazı tespitlerden sonra, arabalarımıza gitmek üzere mekandan ayrıldık.

Bu MK bi de haşin görünüşünün altında çok acaip baba bir adam olduğu için, yürüyerek 25 adım falan uzaklıkta olan diğer otoparka arabayla girdik, beni üçbuçuğuncu kata bıraktı kendisi arabasıyla, o arada dinlediğimiz cd’yi “hımm güzelmiş” diyerek kendisinden hunharca talep ettim, “ama ya ben” derken cd’yi bana vermiş bulundu.

MK bazıları için çekilmez, dünyanın en zor adamı olmakla birlikte; sanırım benim hayatta en iyi anlaştığım adamlardan biri. 10 ay önce o giderken acaip öksüz kalıcam demiştim, hakkaten de kaldım…

...

Bir zaman, Seattle’daydık, bir akşam önce bir barbakü partisine gitmemiz gerekti, etten pek fazla hazzetmeyen bir insan olarak sadece şarap içtim, tam otele dönecektik ki, yolda “şu barda şahane müzik var” dedi birileri, o bara kırıldı direksiyon.

Seattle’da hangi barda şahane müzik yok ki, adamlar nirvanayı hendrixi falan doğurmuşlar, tabi tüm barlar şahane.

Bara girdik, bir takım şekerli saçma içkiler, off çok tatlı oldu birayla cila, gelsin shotlar derken, nasıl sarhoşuz belli değil… bir ara drummer off aldı, barda drummerla sohbet ederken bulduk kendimizi, sonrası bol kahkaha, dans mı ettik, benim elimdeki stickler neydi, peki ben o gitaristin arkasında davulun yanındaki spota ne zaman varmıştım… drummer Andrew C. diye bir çocuktu, kart istedi, ben de o sırada çantamdan bir kart çıkartıp verdim...

sonra “barbekü partisinde Greater China VP’si yanımdaydı, ulan galiba çocuğa GC’nın VP’sinin kartını verdim” diye günlerce anırarak güldük.


Velhasıl hayata dair fingers crossed ve unpplugged her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsak...
.
.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Four fried chickens and a Coke

.
Bugün inboxıma düşen bir marketing paperda Dan_Aykroyd’un "Şarapçı" oluşu anlatılıyor.
Adamımız 56 yaşının baharını yaşadığı şu günlerde, neşesinden ve de enerjisinden hiçbirşey kaybetmemiş maaşallah ve de Kanada'nın Niagara'sında 2 sene önce kurduğu tesiste, ısrar ediyormuş ki: her üretimden örnek alınacak ve de kendisi tadımını yapacak (ben olsam ben de ısrar ederdim).
Tam da kendisinden beklenecek cevvallikte bir girişim yapmış ve de “aaa ben anlıyorum da mı içiyorum” tadında bi kampanya sürdürüyormuş (ki kendisi o sayede marketing paperlara konu olmuş). “Ben de sommelier değilim” deyip, şaraplarını “these are snob-free grapes” diye tanıtıyor (tam da bu noktada, notting hill’de yıllar yıllar önce görüp sevdiğim “laid by happy chickens” deyişinin sonra nasıl da moda olduğunu hatırlıyorum, belki de artık şarap içerken “yalnız rica ediyim, üzümler burjuva olmasın” bile diyeceğiz).

Yazıyı istiyorsanız burdan okuyunuz....



Dan Aykroyd ne yapsa güzel yapar diyeceğimiz adamlardan birisi değil. Zaten bu işte de logoyla falan hemen hafif sıçmış. Ama yine de çocukluğumuzun önemli karakterlerinden birisi olduğu için ceketimizi ilikleyebiliriz karşısında. Hala çocuk olduğumuz yıllarda The Blues Brothers’ı ilk kez izlediğim zaman mutluluktan deli bir insan olmuştum (ama Elwood’a değil de Jack’e delirmiştim); sonra da her fırsatta, zamanında video izlediğimiz yıllarda kafam kadar kasetlerde, devamında dvd’de, trt’de show’da falan her karşıma çıktığında izledim / hala da izlerim – TBB babamla en favori filmimizdi, statik olan herşeyden nefret eden annemse bizim aynı filmi defalarca ve defalarca seyredip, aynı yerlerde böğürerek gülmemize asla anlam veremedi. Yıllar içinde her alanda olduğu gibi filmlerde de “psycho-noir olsun, bizim olsun” diyen bir bünyem olmasına rağmen, TBB bir kenarda çocukluk olarak duruyor, hala aynı sahnelerde gülüyorum salak gibi... hatta hafiften dürtme bile olabilir etraftakileri, “a-ha-hahaha işte burası çok süper” diye... Bak şimdi de dürtercesine söyliycem: en çok hani bunlar konserden kaçarlar ya her taraf polis kaynarken, işte orayı severim. Bi de tabii ki ona buna verdiğim için defalarca ve defalarca satın aldığım soundtracki var ve sanırım tüm soundtracki seviyorum ama işte galiba everybody needs somebody to love’ı biraz daha fazla seviyorum, sanki.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

and the GPS read

Öff çok sıcak. Bu aralar hergün sokakta, her gece başka bir takım insanlarla zaman önce verilmiş sözleri yerine getirme çabası içindeyim. Sürekli bir yerlere gitmekten, bişeylere yetişiyor olmaktan da acaip beziyorum ama gittikten sonra genelde “olsun, iyi oldu geldiğim” diyorum – çok klasik.

Evde zaman geçiremediğimden, yaptırdığım bazı tadilatların henüz hiçbir faydasını göremedim, evde zaten normal bir evde olandan daha fazla raf vardı, şimdi daha da fazla var ancak kitaplar, cd’ler hala her yerdeler, yerleştirilmeyi acaip bir şekilde bekliyorlar.
“Bu niye burda ayaamın altında” diyebilecek bi tek ben olduğumdan bana ve de onu oraya koyan da ben olduğumdan, kavgasız gürültüsüz takılıyoruz evin içinde ben ve kendim.

Geçenlerde Coetzee’nin Youth’unu okuyordum da, 19 yaşındayken 30 yaşında bir kadınla bir affair yaşamaya başlıyor ve kadın çok kısa bir süre içinde C’nin küçücük dairesine gelip yerleşiveriyor ama çocukluğundan beri kendi odası olan bir insan için bu durum an itibari ile çekilir şey olmaktan çıkıyor – within days he had begun to resent the clothes scattered everywhere, the mass in the bathroom demiş...

Bugün biricik gazetemde ise manşet-üstü kutucuktan verdikleri araştırma çok komik, 40 yıl süren araştırmanın sonucuna göre yalnız yaşayan orta yaşlıların hafıza problemli olmaları ihtimali daha yüksekmiş… 1970-80lerde Doğu Finlandiyada (niye?) ortalama 50 yaşlarında olan 2000 kişi ile yapılan araştırmanın sonuçları yayınlanmış. (bir araştırmanın sonucunu 40 sene beklemek...) Neyse abuk sabuk 2-3 cümleden sonra son cümlede diyor ki: orta yaşta tek başına yaşayan erkeklerin ileride bilişsel sorun (bilişsel derken?) yaşama riski yaşamlarını eşleriyle geçirenlerden 2,5 kat daha fazlayken, kadınlarda bu oran 1,87 kat.

Doğu Finlandiyalı denek grubu üzerinden genelleme yapan syn.araştırmacılara soracak birçok soru geliyor aklıma ama Doğu Finlandiyalıları seviyim, bize bişey olmasın demek istiyorum kısaca.