31 Mart 2009 Salı

Long Awaited!

Ve sonraaa kızımız evine gelmiş. Bir şişe sparkling patlatmış, sevgilisi artık onu sevmediği için ya da kendisinin yeterince sevilmediğini düşündüğü için bir süre önce ondan ayrılmış olduğundan bu haberi onunla paylaşamamış. Sparkling’i de haliyle.. Sparkling yanına biberli İtalyan salamını, rokfor peynirini ve de biberli gouda’yı güzelce yerleştirmiş tabağa, kızarmış bir dilim kepek ekmeği ile. Sonra biraz da üzüm. Cigar da varmış …
Bi yudum sparkling almış, bir dilim salam. Bir yudum sparkling, bir lokma rokfor… Bu arada bir sürü insan geçmiş aklından, kalbinden, burnunun kemiğinin sızladığı yerden.. Bazıları aramışlar, bazıları uzakta ama yakındaymışlar, bazıları uzaklarda ve artık sadece kalplerde imişler ama belki de (aslında) en yakında… üzüm çekirdeksiz çıkmış, sparkling sarhoş edecek kadar köpüklü ve de müzik şahane – hayat bazen sürprizler de yapıyormuş demek ki. Olmaz denenler oluyormuş. İyi niyetle istenenler ve de peşinden çok koşulanlar, uğruna çok çalışılanlar oluyormuş demek, bazen… Ve de hayat her şeye rağmen iyi olabiliyormuş demek.
Şükretmek iyi bir şeymiş demek.

22 Mart 2009 Pazar

Virtuoso!

Uzun zamandır bu blog şeysine elim gitmedi. Herkes pek sessiz diye mi neden bilmiyorum. Yazan yerlerim mi ağrıdı nolduysa… Sonra geçen akşam BÖ! Blog Ödülleri! sayfasını gördüm facebook’ta, yarıla yarıla güldük aslıhayvanı, nazifkişisi ve ben… "Ulan biz blogger bile diiliz, olmayalım" dedik… Ama diğer taraftan da neyiz abicim biz? Bir sürü insana kıyasla çok daha fazla okumuş, gezmiş, yemiş-içmiş, görmüş, dinlemiş falan olduğumuz kesin de, bir konuda alim olmuş kişiler de diiliz anasını satiyim. İş hayatlarımız var ya da olmuş, ama iş hayatlarımızdan kesitlerden sektörel öğretiler ve vaazlar vereceğimiz blog yazıları yazmak gibi bir gayemiz yok (aklımızdan da geçmez zaten), kişisel bloglardan geçen sene ödül alan bir bloga baktım da “ananemle show tv seyrettim” falan yazmış belli ki gençliğinin baharında olan bu blogger arkadaşımız – evet bence de en birinci o olmalıymış. Aman neyse elalemden bize ne…

Bu gece İşSanat’ta Virtuoso’ya gittim. Yolda yanımdan geçse, "Midori abla iyi misin solgun gördüm seni" diyeceğim yaşlı görünümlü bir kadın kendisi… yanında da ilanlarda 20 sene önceki fotosunu kullandırtmakta sakınca görmeyen Charles dede… Midori’nin bavulu uçaktan çıkmamış, o yüzden bizden sahne kıyafeti olmadığı için özür diledi; bilekten 1 karış yukarıda kişiliksiz bir boyu olan yünlü etek - ki diz yeri yapmıştı ve arkasını her döndüğünde etek donunun lastik yerlerine yapışıp yapışıp tekrar ferahlıyordu, üstünde eteğin takımı yünlü bir kazak, altta kalın kilotlu çoraplar ve babetimsi ayakkabılar ile; kemanını çaldı bize. Bu kadın 82 yılında 11 yaşında iken New York Filarmoninin yeni yıl konserinde sürpriz konuk sanatçı olmuş, 14 yaşında Bach ve Vivaldi çaldığı ilk kaydını yapmış… O yıllarda bizim naaptığımız aslıhayvanının 80li yıllar nostalji yazılarında var, bi haytalık, bi kendini bilmezlik daha o yaşlarda… Bu gece de biz 2 tane shallow kadın, midori’nin donunun izinden tutun da, "bir siyah etek de mi alamamış?! hadi çıkamadı alışverişe getirtseydi beymenden 3 tane siyah elbise, odasında deneyip alsaydı!!! cimriiii" falan gibi konular konuştuk… Oysa midori 15 senede 140,000 çocuğa klasik müziği dinletmiş Midori & Friends projesi sayesinde. Zaten İşSanat’a genelde 7 yaşından küçükler alınmadığı halde, bu gece bir sürü kız çocuğu vardı aileleri ile!
Neyse, İşSanat çok keyifli. Bu sene çok güzel konserler var. Ulaşımı kolay, otopark sıkıntısı yok, biletler de uygun fiyatlara. Hem bizim gibi "eleştiremezsem köpürerek ölebilirim" diyecek insanlar için bavullar her daim kaybolabilir, dikkat daş düşebilür ayı çıkabilür.
.
.

6 Mart 2009 Cuma

Without hope, life is not worth living… ama hocam yine de… olmuş mu?

Acılar içindeyim....
O ne ses.
O nasıl bir saç.
O nasıl kırıtık, narin hareketler.
İnsan içinden “hayatımın adamı yoksa in the closet gay mi” diyor – ister istemez. Düne kadar teenage tadında “robin wright da güzel kadın, adamımıza yakışıyor ama yine de ah yine de vah…” derken, şimdi “ohh çok şükür, dibine kadar maşallah, robin iyi ki var” diyecek hale geldik…
Tam in the closet mi derken, jack öldüğünde (spoiler oldu ama kusura bakmayın, bence çok mühim bir karakter değil zaten), o nasıl gerçekmiş gibi ağlamak, dudakları çenesi titreyerek – diyoruz ki işte bu adam bu yüzden oscarlar üstü bir adam (hatırlayalım mystic river’da haberi aldığında kendisinden geçişini ve ortalığı dağıtırken “is that my daughter in there?” diye ağlayışını)
Filmi belgesel tadında seyretmemiz ve de yanında bir şişeye yakın kırmızı şarap içmemiz şarttır (boğazkere olması tercih edilir) çünkü filmimiz kesinlikle patlamış mısır atıştıraraktan sinema koltuklarında seyredilecek bir film değildir, şarap bile yersiz kaçmaktadır - votka olur, viski olur bu filme, evde, dvd olmak kaydı ile…
Şuursuzca buharla haşlanmış sebze ve bir kadeh şarap olarak başlayan menüye, filmin ilk sahnelerindeki uzun saçlı harvey’nin sürekli öpüşme hali bittiğinde bile, şaraba ara vermek mümkün olmayacağından evde cigar olsun, cips olsun şaraba eşlik edecek şeyler bulmak (bulundurmuş olmak) ve içerek devam etmek gerekmektedir.
Bir de Dan White karakterinden tiksinelim, manyak şey, çekil...

Just past the Golden Gate Bridge,
amidst a shower of grape Kool-Aid,
Doonesbury cartoons and bubble bath,
Harvey’s closest friends scattered his ashes out at sea.
Bu da güzelmiş, küllerin böyle serpilmesi yani.
...
...
...
Biz yine de sean’umuz penn’imizi maskülen karakterlerde izlemekten zevk alan bir neslin fertleri olaraktan, kendisine gelecekte bol bol matthew poncelet’ler diliyoruz.