31 Ocak 2009 Cumartesi

Life is a flow…

Geçen akşam the curious case of Benjamin Button’u seyrettim. Çok havalıydı. This copy is for jury award viewing only yazıyordu arada. Film biliyorsunuzdur f scott fitzgerald’ın fantastik hikayesinin üzerine kurulmuş (tells the story of Benjamin Button, a man who starts aging backwards with bizarre consequences). Tam akademinin seveceği geyiklikler filmde dizboyu: rengarenk gökyüzüne karşı, ıssız sahilde tahta iskelede oturan benjaminle babası – yıllar sonra aynı iskelede bazı tahtalar çürümüş ama tahta koltuklar hiçç zarar görmemişken ve de gökyüzü aynı kızıl mavi iken (hiçç şehirleşme de olmamış bittabi) benjaminim buttonum bu sefer sevdiği kadın daisy ile oturmaz mı aynı iskelede? Oturur tabi. Filmi Forrest Gump’a benzetenler çok ama bence azıcık The English Patient tadı da var. The English Patient’ta içimizi çeken, "tamam abicim seviyosunuz birbirinizi, biz buradan anladık, serbest bırakın allah için!" dedirten sahneler burda da var. Ve fakat bu akademi denen zat-ı alileri Gangs of New York’u 10 dalda Oscar’a aday iken hiç heykelsiz uğurlayan adilerdir – değiller midir? Neyse sanırım tccofbb bu sene Oscar’ı alır – korkarım. Filmin bence enn fena tarafı tabii ki brad pitt. Kendisi gerçekten çok fena. Yaşlı olması lazım gelirken tam yaşlandıramamışlar, gençken de brad her daim güzel yalanına inanıp tam gençleştirememişler; bi de beyaz t-shirt & jean ile motosiklet üzerinde derin bakışları var ki, offf çekilir şey değil. Ancaaak cate blanchett nedir? İnsan mıdır? O insansa, biz neyiz? Böyle bir kadın olabilir mi? Bence kendisi uzaylı. Şahane bir kadın. Hem de her yaşında – gençken de, yaşlıyken de. Filmde beni çok fena hasta eden diğer birşey, hummingbird bağlantısı idi – seyredince "evet çok geyikti" dersiniz diye umuyorum… ama neyse cate / daisy için seyredilir çok net.

Ve sonunda Letting Go’yu bitirdim. Gabe Wallace diye bir adamın hayatının birkaç senelik döneminde olan biteni anlatıyordu, annesinin ölümü ile başlayıp babasının tekrar evlenmesi, o arada kendisinin libby’ye (ki paul’un karısı) hafiften aşık olması ve libby’nin ruh hastası ve nörotik bir tip olması nedeni ile libby-paul ilişkisi falan. Bütün bu sıradan gözüken olayların arkasında / içinde katolik vs musevi aileler, evliliğin gereksizliğine dair göstergeler, hayatımıza giren bir şahane kadın ve onun ölen küçük çocuğu ile yarattığı sarsıntılar da vardı. Çok gerçek bir kitaptı. Philip Roth 33 doğumlu Amerikalı bir yazar (güzel kitaplar yazan adamların hiç ölmemelerini diliyorum) birkaç kez national book award, Faulkner award, hatta Pulitzer almış; hatta ve hatta The NY Times 2006 Book Review’a göre son 25 yılın amerikadaki en iyi yazarı…
Life makes you stop and think, that’s the thing. Life changes on a man, and then he’s got to have a little something in reserve. I feel a little ashamed about what I didn’t have in reserve. de bu kitabın hafiften özeti / nasihatı olsun. Geçen Cuma kara bir cumaydı bizim ofiste, çok sevdiğimiz bazı insanların bizden ayrılmaları gerekti, çok sevdiğimiz başka bazı insanların iş tanımları değişti / gradeleri düştü. Kriz sadece amerikada değil, kriz global biliyoruz zaten ama sanırım tam içimizde yaşamadıkça tam olarak anlamıyoruz. İlla en yakında olması gerekiyor yaşananları idrak edebilmemiz için… geçer mi etkisi bilmiyorum. Bugün geçmedi en azından. Konuştuğum kimsede de geçmemişti. Kimse dün gece uyumamış, bugün herkes salonda köşe yastığı gibi bırakıldığı yerde kalmıştı… bana dokunmayan yılan diyenler de olmuştur mutlaka, ben sadece kendim gibilerle konuştum…
Bir de bugün 1 seneden fazla zamandır “küs” olduğum eskiden çok yakın bir arkadaşımdan bir e-mail geldi. "Sms’ime cevap vermedin, bu kadar mı kötülük yaptım sana, ben de seni linked-in’den sildim" ve benzeri birşeyler yazmış. Ne acaip. Sms’i almamıştım ama linked-in’in aramızda bir link olduğunu da fark etmemiştim. Kendisi ile küsme nedenimiz de facebook’tu. Bir mail yazdım, almadım sms’ini diye… (Pek şikayetçi değilim ben bu iletişimin sadece yazılı / görsel olduğu dünyadan, konuşmak bana daha zor geliyor. Ama bazen de yazarken insanlar birbirlerini anlamıyorlar ya da işte erişemiyorlar böyle.) Neyse bir mail yazdım, neyken neydi ne düşündümdü diye… Sonra (biraz önce) cevap geldi. İnsan araya zaman & mesafe girince, tekrar kaynaşamazmış gibi hissediyor. Hayatın normal akışı içinde uzaklaşıldığında öyle değil de, bir sebep olup da ayrılıklar girince sanırım tekrar kaynaşmak zorlaşıyor. İnsanların ne olup da bir araya geldiklerini, ne olup da birbirlerinden vazgeçtiklerini tam anlayamıyorum. Sanırım biraraya gelmenin daha da zor olduğunu düşündüğümden bu anlayamama durumu, yoksa ayrılıklar / anlaşamamalar / falling out of love’lar sanki daha hayata dair / daha gerçekler… başını anlasam belki tüm loop’u da anlarım birgün… libby’nin de dediği gibi: i’m interested in the flow, i’ll take the shape the world gives me, fuck the rest.

A plausible finish

there ought to be a place to go
when you can’t sleep
or you’re tired of getting drunk
and the glass doesn’t work anymore,
and I don’t mean to go
to hash or cocaine,
i mean a place to go to besides
the death that’s waiting
or to a love that doesn’t work
anymore.

there ought to be a place to go
when you can’t sleep
besides to a tv set or to a movie
or to buy a newspaper
or to read a novel.

it’s not having that place to go to
that creates the people now in madhouses
and the suicides.

i suppose what most people do
when there isn’t any place to go
is to go to some place or to something
that hardly satisfies them,
and this ritual tends to sandpaper them
down to where they can somehow continue even
without hope.

those faces you see everyday on the streets
were not created
entirely without
hope: be kind to them:
like you
they have not
escaped.

27 Ocak 2009 Salı

Ortaya yanardönerli bi meyve tabağı, karışık olsun....

Bugün tüm ekibin 2008 performans değerlendirmeleri bitti. Bilmediğimiz / yeni birşeyler konuşmadık, herkesin kriz konuştuğu bu günlerde süpersonik zamlar / primler falan da alacak değiliz aslında, yani bu balance scorecardlar “for the records” tam anlamı ile. Yine de çok enerjisini yiyor insanın. Demin farkettim ki, bugün yine üzümleri ayıklanmış, mangolar ve elmalardan oluşan bir meyve salatası ve bardak bardak kahve ile geçmiş... Bir kase granola ile (mervecim sağolsun) biraz normale döndüm şimdi. Sonra da bir kadeh boğazkeremi içip, pırıl pırıl olurum allah kısmet ederse...


Şu 3-5 gündür kafam karışık. O yüzden yazı da biraz karışık olacak hissindeyim...

Dün bir junk mail gelmiş. Diyor ki, insanların aslında zekalarını geliştirmeleri mümkünmüş. Giriş cümlesi çok şahane: 7 Günde Einstein GİBİ olmanın yolları... Ha hahaha gibi mükemmel kaynamış araya. İskoçyada bir bilim adamı (syn nazif?) bir program hazırlamış ve de BBC yayınlamış bu programı. Programa katılan 100 kişinin zekalarında hemi de 1 haftada %40 oranında artış görülmüş (numaracılar bazı vermemişler, absolut değerlere erişimimiz yok, sadece % ile idare ettirmişler).. Öneriler de acaip kıçıkırık: cmts duşta gözünü kapa, yok pazar günü dişini sağ elinle değil de sol elinle fırçala, pzts akşamı balık ye de çarşamba tanımadığın birisiyle sohbet et falan filan (felan diyenlere de selam olsun)... Neyse böyle haftanın günleri ve bu çok şahane zeka geliştiren öneriler arasında, bizim istanbulluları bir anda aynştayn gibi yapan hemen ertesi gün tüm milleti gerzekleştiren en önemli sebebi keşfettim... Diyor ki: bir gün (aman işte cuma olsun mesela) işe daha önce hiç gitmediğiniz bir yoldan gidin. Köprüden hergün geçen insanlarımızın (en azından şu son birkaç aydır) zekaları acaip açılmış olmalı çünkü dümdüz olan 1.köprü yolu artık kendi içinde virajlar ve hatta viyadüklerden oluşuyor. Ancak bir başka gün için de “işe bisikletle gidin” dediğinden istanbullians olarak hiçbir zaman ayn-gibi olamayacağız, çok net.
Bu minvalde zeka açıcı şeyler düşünür (sabahları Ayça ŞenBaşkan Pusu ve Carlos’un cızırtısını hala gideremeyen Virgin'i artık dinlemiyorum, sinirleniyorum zira o cızırtıya; bugün morrissey’in dear god please help me’si ve benzerleri ile cd destekli) ve 2.köprü yolunda giderken, uzunca bir süre bir range roverla peşpeşe gittik. Dikiz aynasından aracı kullanan adam ve yanındaki kadını hakkaten dikizledim (aynanın adı yüzünden oldu bu durum, yoksa yapılacak şey değil). Adam kadına çok aşık, belli. Kadın da şımarık ama seviyor adamı idi. Sohbet muhabbet şakalaşma halinde olmaları bana çok acaip geldi. İnsanların birbirini sevmesi garip diye değil (ki o da garip olabilir zaman zaman ama), burada garip olan sabah o saatte (07:00-08:00 arası bir zaman dilimi) neşeli olabilmeleri idi sanırım. Trafik -okulların kapalı olmasına rağmen- her zamanki kıvamında ve biz peşpeşe aheste çek kürekleri tadında ilerlerken, nolduysa adamın suratı asıldı, kadın sarı saçlarını sallaya sallaya radyoyla falan oynadı; sonra diğer tüm araçlardaki çiftler gibi onlar da somurtuk somurtuk yollarına devam ederlerken, ben yan şeride geçip, ayrıldım kendilerinden.
İşte bu örnekte de olduğu gibi, bazen sessizlik, olası güzel seslerin yok edilmemesi için sanki pek de gerekli diye düşüncelerimi çok da felsefiii birşekilde özetlemek isterim bu noktada... Bu düşüncemi yaklaşık 39 yıllık hayatımın yine yaklaşık 39 yılı boyunca kendi küçük dünyamda yaşatmış olmakla ve kendimce “düşünüp de konuşurum, durumu önce analiz ederim, ondan sonra yapıştırırım cevabı” değerlendirmelerimi çok yerinde bulmamla birlikte; sanırım insanlar fazlaca direkt olmamdan dolayı, aslında söylediğim lafları düşünmeden söylediğimi sanıyorlar. O yüzden sessiz kalmayı tercih ettiğim zamanlar, yine sanırım, takdir edilmiyor ve de aslında umursamadığım ya da durduğum yerde sinirden çatladığım (kaan ertem, zıçanadam model) falan zannediliyor. Oysa ki hayır. Umursadığım için sessiz kalabiliyorum bazen. Ya da kaan ertem usulü, zıçanadamın sıçarken kendi üstüne başına da sıçtığını görebilmişliğim var. Yani evet zamanında bir kaanertem klasiği idim belki ama artık yapmıyorum. Son anda iptal edilen programlarda eskiden insanları silerken defterden, şimdi battaniyemin altına girip, kitabımı açabiliyorum misal (özel hayatta); ya da edilen son derece yersiz ve dengiz bazı yorumlar / laflar karşısında eskiden sağ kaşımı kaldırıp (hayır sol elimi belime hiç koymadım, çok şükür) “bidakka” diye cümleye başlarken, şimdi biraz da yılların tecrübesi ile sağ kaş kalkarken dudaklarım da sağa doğru sarkastik bir şekilde kıvrılıp, en keyiflisinden gülümseyebiliyorum (iş hayatında)...
Nerden nereye geldik... Sessizliğin kıymetini bilelim. Sessizliği sevelim. Sessizsem beni zorla dürtmeyelim.


Bu arada dün gece Choke’u seyrettim. Çok mutsuzum. Çok kıymetli izleyicilerimin bildikleri üzere, Chuck Palahniuk konusunda engin bir bilgi ve sevgi dağarcığına sahibim. Af buyuracağı üzere, Paige Marshall’ı kendisinden izinsiz burada ismen şettirirken, Paige’in gerçek insanity’si de kendisini karakter olarak eşsiz kılmakta bu satırların yazarı nezdinde... Filmde anjelica teyze rolüne çok yakışmış, ancak victor 5 yaşındayken de anjelica anne (siyah saçla kim gençleşti bugüne kadar?), victor gelmiş 35’ine, anjelica yine anne (saçlar beyazlamış bitek). Olmamış. Denny dünyanın en salak insanı olması gerekirken, nerdeyse filmdeki en zeki karakter. Victor “ince telli saçlar için dolgunlaştırıcı etkili” şampuan reklamlarındaki tüy model saçları olan ve sanırım pigmelerin soyundan gelen bir küçük adam... Kitabı anlamlı kılan ama filmde kendisine yer bulamayan binlerce önemli konuyu ve detayı zaten geçiyorum... En fenası Paige’in bir baldırı (açıklıyorum: diz altındaki gereksiz et yoğunluğu olan bölge), normal bir kadının budu kadar. Paige’ime yapılır mı bu?? Haksızlık diye isyan edesim var. Prensipleri olan bir insan olarak, yine prensiplerime sadık kalmam gerektiğini hatırlattı bu durum bana. Rule number X: Kitabı süper ise, filmi seyredilmez.

Ama beni tahrik ettiler: filmekiminde; ennn favori kitaplarımın listesinde 1.sırada sarsılmaz yeri olan blindness’ı, film yaptık dediler. Yetmez aynı filmekiminde ennn favori yazarım chuck’ın choke’unu film yaptık dediler. Tufaya geldim, choke’u izledim. Blindness’ı hiçbir kuvvet izlettiremez bana.


Son olarak, heyecanlanılası olaylar baabında:
Morrissey’in yeni albümü 17 şubatta kulaklarımızın pasını silecek, yaşasın. Şu aralar yavaştan dinliyorsunuzdur zaten, Throwing my arms around paris, when I last spoke to carole falan...

18 Şubatta ise Tindersticks bi kere daha Türkiye’de! CRR konser salonu kısmını pek anlayamadım gerçi. En son geldiklerinde Babylon’daydılar, şimdi CRR ne ayak? Frak falan mı giyecekler bilemiyorum. Görücez!




25 Ocak 2009 Pazar

Femme Fatale Phase1

Yazılası kadınlar serisi…
Ama bırakın yazmayı, “aralarından hangisini yazsam"ı seçecek halim yok.

Hankısı?
(alfabetik sıraya dizdim, yanlış anlaşılma olmasın)



24 Ocak 2009 Cumartesi

Az acılı şalgam suyu gibi

Pzts günü ofisten içimiz hafif daralaraktan çıktık. Yollar uzun, işler çok. Havaalanına gereksiz erken gittik. İstanbul trafiği bazen hiç belli olmuyor. Acaip şarap içesimiz var (ne zaman yok ki?) ve de iç hatlarda güvenliği geçtiğiniz anda şarap içebileceğiniz hiçbir yer yok. Eskiden divan olan yerde (artık kokpit) ve tike’de şarap varmış (allah allah). Güvenliği geçmişiz, şarap için geri dönecek ve sonra şarap içip tekrar güvenlik sırasına girecek, kemer – saat – çizme falan çıkartacak halimiz hiç yok… North shield’de (north shield’e north shields demeyelim, diyenleri dövelim) oturduk, transfat patlaması yaşayan bir sosis tabağı ısmarladık ve “şarap?” dedik. Garson “hepsi var” dedi. “Şarap?” sorusuna “hepsi var” cevabı hiç beklenmedik ve anlaşılması mümkün olmayan bir cevap. Meğer hem kırmızı, hem de beyaz varmış. Vaaayyy çok iyi. İkisi de küçük şişe, kadeh olarak kabul ediliyor… Olsun getir koçum.


Uçuşumuz 1 saat 10 dakika sürecek, 5.sıradayız dediği anda pilot, uyudum. İndiğimizde hava ılık, daha önceleri havaalanında burnumuza keskin keskin ulaşan kebap kokusu yok bu sefer, rüzgar ters taraftan mı esiyor nedir?

Taksiye bindik ve otelin adını söyledik –“sürmeli”. Taksi şoförü bizi “mavi sürmeli” diye bir otelin önünde indirdi. Daha indiğimiz anda yoğun bir sıkıntı bulutu çöktü üstümüze. “Ben bu acentada çalışan her insan evladının anasını da... avradını da...” falan diye sevdiğim bazı cümleleri mırıldanarak içeri girdim, ister istemez – daha çok istemez bir halde. Resepsiyondaki göbekli ve alnı terli çocuk bir süre önündeki envai çeşit kağıtta isimlerimizi ve rezervasyonlarımızı aradı… sonra içerden bi “yetkili” geldi ve “falanca (şimdi hatırlayamıyorum) acenta di mi?” dedi, daha cevabımızı beklemeden “viktorya var mı?” diye cümleye devam etti… 2si sarışın, 1i esmer 3 non-viktorya olan bizler, kendisine bel bel baktıktan sonra, “viktorya yok da, başka sürmeli var mı?” sorusunu sorduk. Vardı. Allahtan. “Oldu o zaman” dedik, hadi size iyygünnnneerr.
Meğer biz Büyük Sürmeli’de kalıyormuşuz. Viktorya da Mavi Sürmeli de… Yani sanırım.


Sabahı ettik. Sabahın köründe camı açtım, bir nefes aliyim diye. Gördüğüm manzara buydu. Bu kısım biraz enteresan aslında. Sanki Fas, Marekeş falan gibi. Hele gece, arap mahallesi denen yerlerin yakınlarından geçiyorsanız, fas’ta olduğunuzu düşündürecek evler ve hayatlar var gibi. Ertesi sabah kalktığımda, bu bina 1 kat yükselmişti bile – çalışanlar o kadar yakındaydılar ki, çok turist turist bakmaya gayretlensem de, çekmedim fotoğraf.



Çıktık otelden bizim mağazaya gittik ama henüz açık değiliz o an itibari ile. Heryer koşuşturan, bi işe yarayan insanlarla dolu. Benim afyonum patlamamış, yiyelim - içelim - uyanalım - ayılalım diye askıntı oluyorum çoluk çocuğun üstüne. En sonunda yandaki bir “pastaneye” gidelim, bari kursağımıza bi lokma girsin’e ikna edebildim etrafımdaki diğer otelde-kahvaltı-etmeyip-uyumayı-tercih-etmişleri. Gittik, “2 çay biraz da şunlardan bunlardan” dedik. Çay denen şey cam bardakta (ince belli) içilir ve de uzaktan gelirken kendini renginden belli eder – doğrusu budur ya da. Bize gelen çay uzaktan beyaz, yakına gelince “vücudunuzdaki su miktarının yeterli olup olmadığını anlamak için çişinizin rengine bakın, beyaza yakın derecede çok açık sarı ise, su miktarınız uygundur” diye tarif edilen sağlıklı çiş renginde. Kendime hakim olamayarak, “çay daha demlenmemiş galiba, beklesek mi biz acaba?” dedim. Çayları getiren kız, “yok demli de, biz kaçak çay kullanmıyoruz, lipton bu kadar demli oluyor” dedi…
Öğlende kebap yemeğe gittik, içimizden biri “ben acı yiyemiyorum” deyince, kebapçıdaki garson “çok acı değil” cevabını verdi, “kime göre acı ya da değil?” dedim, “sizlere göre” dedi çocuk bana.

Bu sıcak kanlı, pratik zekalı ve de hazır-cevap insanlarımızın yaşadığı güzel ilimizde mağazamızı açtık, kahvemizi içtik, sonra hadi dedik biz gidelim koşturmacadan beyni dönmüş, o yüzden cevapları hazır olmayan garsonların memleketi istanbul’umuza.

16 Ocak 2009 Cuma

Ferdi Tayfur’la birlikte, hep beraber: Prangalar vurun Ayaklarıma!

Geçen gün Aslı Hayvanı süperüstü bir yazı yazmış – temizlik cinnetten gelir. Doğrudur. Kendisi cinnetten gelmezse, o zaman cinneti getirir, vesile olur velhasıl.
Yazı kadar seçilen
görsel de müthişdi.
Aynı günün akşamı, kıtalararası seyahatimi tamamlamama yakın, kozyatağından aşağı doğru inerken, bu dinmek bilmeyen pis yağmur ve de saat tabii ki geç, hava tabii ki karanlık iken, yolun sağında seri hareketler yapan beyaz birşeyler gördüm. Birşeyler diyorum, ilk başta tam anlayamadım ne olduğunu… Sonra detaylara hakim olunca anladım ki: iki çocuk çöp arabasına hazırlık yapabilmek için çöp konteynırını caddeye çıkartmakta imişler. Seri hareketler öndeki çocuğun ayak hareketleri… Beyaz birşeyler de: Ceyo terlikler…
Şimdi bir toplumun / milletin bireylerinde ayrı ayrı bakıldığında, ayrı ayrı sonuçlar ile kendini gösteren bir saçmalama hali varsa; bunun geneline bakmak ve toplumun toplu olarak hastalanmasına sebebiyet verecek neler var diye araştırmak gerekir (bence).
Hepimiz “say” dense, binlerce sebep sayarız; ama Ceyo terliklerini ilk 100’e bile almayız korkarım – oysa sanki almamız gerekir.

Bu Ceyo terlikleri, piyasaya çıktıkları ilk günden beri pek şekil değiştirmemişlerdir.
Lacivert ve beyaz renkleri vardır.

Lacivertler genelde evde yardıma gelen kişilere verilmek üzere (yardımcılar, ustalar falan) bulundurulurken ve nedense daha maskülen iken; beyazlar cinsiyet ayrımı yapmaz, belli bir amaca hizmet eder: illa temizlik / hijyen falan çağrıştırması gereken tüm mekanlarda mutlak suretle kullanılır. Allah düşürmesin ama işiniz bir diş hekimi muayenehanesine de düşse, bol donanımlı bir hastaneye de; ayakta bu beyaz plastik terlikler vardır. Yetmez hertür klinikte çalışan ama laboratuara uzaktan bakması bile gerekmeyen herkes bu beyaz terliklerden (sabo da diyen olur) giyer. Döner kesen kişi kendi küçük döner kesme ünitesinde; pastanede pasta, börek pişiren kişi fırın bölümünde falan bunlardan giyer… Bir ortak nokta daha vardır: İçine illaki beyaz çorap giyilir bu beyaz plastik ceyo terliklerin… ve bu içine beyaz çorap giyilen beyaz plastik ceyo terlikler asla sadece giyilmeleri gereken o hijyenik / temiz ortamda giyilmez, yetmez yani yurdum insanına o rahatlatan beyazlık, illa o alanın dışında da giyilir ve kısa sürede griye dönüşürler..


Bu toplumsal cinnet sebebini farkedince, biraz araştırma yaptım. Ceyo terlikleri 1964ten beri delirmemiz için adım adım ilerliyor (burada bu “adım adım” deyimi de ancak bu kadar uygun olabilir). Ceyo terliklerinin websitesinde, “AYAKKABI, TERLİK VE SANDALET ALIRKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR” diye bir bölüm var. Sanırım kendilerine de uzun gelmiş bu üçleme ve yazının devamında “ayak giysisi” diye bir ifade kullanmayı yeğlemişler… Ayak giysisi de üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu değil mi? Eski insanlar ayağı bir kaba koyarken, Ceyo bu kap olayını aşağılık ve yetersiz bulmuş “giysidir doğrusu” demiş. Yine aynı yazıda (ki 21 tane madde var burada) birer satır ara ile (madde2 ve madde4) sağ ve sol ayaklarımızın büyüklüklerinin birbirinden farklı olduğu konusunda ısrar edilmekte ve bu anormallik toplumumuzun beynine adeta bir şırınga ile enjekte edilmekte ("ayaklarınız da farklı büyüklükte sizin…. Siz zaten direkt anormalsiniz" gibi bişey bence). Aynı makalede, eğer ayağınıza küçük ya da büyük gelen ayak giysileri alırsanız, (bakınız nasıl hemen alıştık, ayak giysisi terimini sanki yıllardır kullanır gibiyiz) ayak giysisi deforme olur ya da iç astar yırtılır deniyor ("ayaklarınız umrumuzda değil, mühim olan ayak giysileri, hem zaten daha bir çiftini eşit olarak tamamlayıp doğamıyorsunuz bile…"). Bu ayak giysileri insan sağlığına zarar vermeyeceği ifade edilen boyalar ile boyanmakta imişler ama buna rağmen ayaklarımızı ve çoraplarımızı bir müddet (?) boyayabilirlermiş – bu durumda yapılması gereken ceyo'nun ayakları ve çorapları boyamayacak boya kullanması olabilir mi? diyenler tabii ki yanılıyorlar çünkü Ceyo'nun, biz ayak büyüklükleri eşit olmayan insanlığa önerisi: bir müddet (?) ayak giysisi ile aynı renk çorap giymemiz... (aslıhayvanı; "çorap giymezsek ayaklarımızı aynı renge boyayalım mı?" sorunu duydum; geç yerine sıfır!) Velhasıl, yazı çok uzun, 21 maddeden ancak ilk 9’unu okuyabildim. Devamı için isterseniz: http://www.ceyo.com.tr/default.asp


Bu Ceyo konusu seni niye bu kadar sardı hocam derseniz; en son birkaç ay önce Londra’ya giderken, hatırlayanlar olacaktır, yarı hacı oldum sayılır… Hacca gidenlerle gate’e kadar beraberdim, istemeden de olsa… Uçaklarımız yanyana gate’lerden kalkacağı için, bir kolu en az 5 kilo gelecek, göbeği kimbilir kaç kilo bazı çirkin türk erkeklerini toplu olarak ve topunu da yarı çıplak olarak aynı anda görmek durumunda kaldım. Travmatik bir durumdu benim için. Saat sabah çok erkendi. Henüz kahvemi yudumlamak ve ayılmak üzere idim ki, bir anda beyaz peştamallara sarmanlanmış (bazısı tek omuz yapmış, bazısı sıtıraplez model), göğüs kıllarının görünmesi makbul tabii ve beyaz peştamalları haricinde sadece tur şirketinin verdiği küçük çantalarını, boyunlarına asmak suretiyle, göbek üstüne konuşlandırmış ve hepsi aynı model (ki yazımıza konu olan ünlü Ceyo şirketinin sayfasında da; Hac ve Umre Özel Koleksiyonu diye ayrı bir pencerecik yaratılmıştır bu ürünler için) ayak giysileri giymiş idiler.


O sırada Aslı Hayvanı ile sms ya da e-mailleştiğimi ve kendisine yaşadığım şoku aktardığımı hatırlıyorum. Bir de şu fotoyu çekmişim ve bugüne kadar da silmemişim… Demiştim ben, toplumun saçmalaması bireylerin saçmalamalarının toplamından ibarettir diye…

12 Ocak 2009 Pazartesi

Seni ormanda büyükhalan yetiştirdi yavrum...

Bu blog konusu biraz sıkıntılı bir mevzu. Geçen gün syn.nazif “boşladınız blogları” diye dürtünce bizi, baktım aslı hayvanı bir gecede 2 tane yazı patlatmış.
Şöyle bir tespit yaptım..
Bloglar temelde 3’e ayrılıyor:
- Anne blogları, bu hep çocuk yazan anneler ve çocuk seven anne adaylarının yazılarından oluşuyor. Çocukların hiçbirini tanımıyorum. Zaten hayatımda sadece 1 çocuğu (halen çocuk olan) tanıyorum ve seviyorum. Elvin haricinde bir çocuk daha sevebileceğim ihtimaline de şüpheyle yaklaşıyorum – bunca sene içinde sadece Melis’i (kendisi yıllaaar önce çocuktu) ve Elvin’i sevebildim çünkü. Elvin yazıları haricinde çocuk yazılarını pek okuyamıyorum – okumaya gayretlensem de anlayamıyorum okuduklarımı.
Bu tamamen annemin 2 ağbisi ve babamın da 2 ablası olmasına rağmen toplam 3 kuzenim olmasından kaynaklanıyor. Büyük dayımın ve küçük halamın kendilerini vakfettikleri çocukları vardı evet (ve hayır tabii ki birbirleri ile evli değillerdi, başka insanlarla evlilerdi) ama büyük halam ve küçük dayım (yine birbirleri ile değil, başka insanlarla) evli olmalarına rağmen “çocuksuz” aileler yaratmışlardı. Bizim evde benim, tek çocuk olmamın verdiği her daim sevilen çocuk hallerim, özellikle bu büyükhalaya hiçç işlemezdi. Küçük dayım beni pek severdi ama yıllar içinde onunla da mesafeli denebilecek bir ilişkiye dönüştü aramızdaki sevgi. Neyse bu büyükhala, çok kokoş bir kadındı, sürekli seyahat eder, o seyahatlerden kendine incik boncuk takım tayyör eşarp şal çanta pabuç falan alır, bize de sonra şık şıkıdım gelirdi. Bana ömrü hayatında 2 tane falan elbise almıştır (o da ben 3 yaşındayken falan). Yani o derece çocuk ruhundan anlamayan bir şahsiyetti. Annemle babam; büyükhalamın her bahsi geçtiğinde “onun çocuğu yok ya, anlamıyor, o yüzden” derlerdi bana bakıp... Ben de kendisine azıcık acırdım, “onun çocuğu yok, anlamıyor” diye. Yıllar sonra büyükhalamın kopyası olacağımı ve kendi eşime dostuma da “çocuğum yok ya, ondan anlamıyorum ben, yoksa valla insanım aslında” falan diyeceğimi hiç tahmin edemezdim tabi.. Neyse işte anne bloglarını okurken o yüzden tam anlayamıyorum.
- Bir de yemek blogları var –ki obez insanlar olmalılar onlar. Yoksa sadece yazmak için yapıp atıyorlar mı o yemekleri, kurabiyeleri, reçelleri falan? Gurme falan da asla değiller, hepimizin bildiği yemekleri yapıp, onları yaparken kullandıkları eski püskü kap kacağın da resmini çekip, mutfak temiz mi, lavabo yanında bu eski fırça ve de deterjan da çıktı fotoda gibi endişeler beslemeden, yemeğin her aşamasını fotolayıp, ardarda yapıştırıyorlar bu “yeme de yanında yat” bloglarında. Bunlarda iştahım açılmadığı gibi, abicim işiniz gücünüz mü yok, gidin alın ne yoruluyorsunuz diyorum... Ama büyükhalama benzemekten bunlar, yoksa annem mesela süper şahane yemek yapar; neyse.
- “Diğer” diye tanımlanabilecek kategoride ise, en dürüst ve en kanlısından bloglar var. Onları ve yazdıklarını okumayı seviyorum. Bu insanlar birgün salak bir film, ertesi gün ofisteki bir saçma kavga, sonraki gün yolda üstlerine sıçrayan çamur gibi hakkaten hepimizin hayatında olan “gerçek” şeyleri yazıyorlar. Çocukları belki var, belki yok; ama çocuktan bağımsız kendilerine ait bir kafaları var en azından, illaki hep çok mutlu falan değiller, hakkaten üzüldükleri / şaşırdıkları bişeyler olabiliyor. Sanırım insan gibi insanlar.

Şimdi syn nazif dedi diye, etkilenip “yav hakkat biz bu işi boşladık” dedim – kendikendime. Sonra “bu blog ilk başta neydi, neyi düşünüp de buldum diye buldumcuk olmuştum: sevdiğim insanları yazacaktım, illa tanıdığım değil de (çok insan tanıyıp, az insan seven bir bünyem var), hatta tanımadığım ve belki de aslında tanımadığım için sevdiğim insanlar olacaktı – aralarda da tanıdığım ve sevdiğim 3-5 şahıs, belki.” diye hatırladım...
Bunları bulduğum tam da o zaman cannes’dan dönmüştüm, otelin bahçesinde her sabah madame barriere’e bakıp, “yaşlanınca olunası insan” demiştim. Sonra 3 ay falan madame barriere’den başka kimseleri yazamayınca (geçenlerde barton da, “açıyorum hep o yaşlı kadın” dedi!), “hadi tom yaziyim, dur o zaman hayata dair şu oldu onu mu yaziyim” falan oldum...
Bu sabah bunları düşünerek evden çıkarken, bizim apartmanın kapıcısı ile karşılaştım. Kendisi ile karşılaşmamaya gayret ediyorum. Ne zaman ne tepki vereceği belli olmuyor. Bazen uzaktan beni görüp, bir kafa sallama hareketi ile “bekle orda” diyor. Kaşımı kaldırıp “annamadım hocam?” diyorum, dakikada tek adım atarak bana bir kağıt parçası getiriyor, “bu senin” diyor... Zaten ofise geç kalmışken, bu saatte 60 adımdan fazla atmayan çevik kişi kafasını sallayınca, hızla uzaklaşmak ihtiyacı hissedip yine de olduğum yere çakılıp kalıyorum. Bu sabah da asansörden inmeye çalışıyordum – yani asansörün han kapısından bozma kapısını açıcam da, elimde laptop, bazı evraklar, kaplumbağayım_aslında_evimi_de_yanımda_taşırım_çantam, yol 1,5 saat sürecek kahvem-elmam, çantama atmaya fırsat bulamadığım ev anahtarı ve birazdan lazım olacak araba anahtarı falan perişanım... Baktı bana uzun uzun... Bir KAL’lı olarak çok fena bakmamla tanınırım yıllardır bu alemde ama hiç tepki vermedim, bakışa bakış falan sökmüyor kendisine. Bir seferinde “yardım eder misin?” sorusunu yöneltmiştim bundan daha da fena bir haldeyken “nerden çıktı ki o şimdi?” demişti bana – soruma soruyla karşılık vererek... Öyle öküz bir insan kendisi.... İşte tam aklımda “sevdiceklerimi yaziyim, sevgi böcüğü oliyim, olmaz mı, hem de herşey güzel olur o zaman” derken bu öküz insanla karşılaşınca, mümkün olmadığını farkettim. Dünyada her yüzmilyon öküzcüğe bir insancık düşüyor olabilir belki ancak.
Sonra Ferhan’ımın (ki kendisini geçen gün bu sayfalarda gözümüzün pınarında ha düştü ha düşecek bir sevgi damlası ile anmış ve “yav ne zamandır mahrumuz onun yeni satırlarından” baabında bazı ifadeler kullanmıştık) yeni kitabı, Aralık 2008’te biz müridlerine hediye ettiği “karagöz ile boşverinbeni”de ettiği ve tabii ki yürekten vuran cümlesi geldi aklıma: “kapıcısızlık güzel şey” yazmıştı...
Ben burada sürekli olarak okuduğum dinlediğim şeyleri yazan bir insan mı olacağım bu durumda?! O zaman da çok mu nerd bir insanım acaba diye sorasım geliyor – ki sanırım öyleyim. Ne fena. Hep şarap ya da kahve içip, yanında az bişeyler yiyip, kitap okuyasım ve “sessiz olabilir misiniz aceba?” diye sorasım var yanımda yakınımda olan insanlara... Bi de işte sevdiğimiz müzikler.
Müzik demişken, Ayça Şen Başkan ve Astronot konusuna gelecek sefere değinicem. Henüz edindim ama kendisi ne yapsa severiz, bunu da sevicez sanırım, hatta seviyorum bile.

3 Ocak 2009 Cumartesi

hafif sinirli dünya güzeli liz grondin, orman şarkıları söyler kebekçe (*)

Dün işe gitmedim, ondan önce yılbaşı diye boş geçen (sayılır) birkaç gün vardı ve de yarın büyük aile buluşması var.
Ferhan “sıkıldım bok beyaz okul kitaplarından” der Gündeste’de. Ben de sıkıldım bok beyaz havadan bugün. Gerçi çalışma odamda, kahvem yanımda ve stoğu asla bitmeyen çikolatalı birşeylerle günü gökyüzünden bağımsız geçirdim; dışarıda bayağı bir yağmur vardı, benim okunacak ve notlar alınacak bir sürü işim. Bir de tüm gün jango dinleyip, onu bunu taciz ettim – e-mail marifeti ile şarkılar yollayaraktan.
Günün top 10’ini vericem az sonra.. Ama önce Greg Dulli & Mark Lanegan isimli uçuk insanlar ne süper bir durumdur ki dünyamız üzerindeler diye beyanatta bulunmak isterim... Mark Lanegan’ın sesi için tepeler falan aşılır ama Greg Dulli denen şahane insan (ki aslında acaip öküz bir insan olarak ifade ediliyor kendisi) gutter twins olayının ardındaki asıl dahidir çok net (bence) ve de ne büyük mutluluktur ki kendilerini yakınen gördü bu gözler, yeni melek’te, geçen sene.


Müzikal anlamda karışık geçen günden bazılarını burdan paylaşiyim istedim:

#1 The Gutter Twins: Front Street http://www.jango.com/stations/94121984/tunein?song_id=132638
#2 Queens of the stone age: This lullaby http://www.jango.com/users/39680563/edit?l=0
# 3 Thom Yorke: Harrowdown hill http://www.jango.com/stations/93510964/tunein?song_id=117134
#4 The Jesus and Mary Chain; Come on http://www.jango.com/stations/93985864/tunein?song_id=55232
#5 David Bowie; Rock & roll suicide http://www.jango.com/stations/80769323/tunein?proxy_id=39680563&song_id=8191
#6 The House of Love; Who by fire http://www.jango.com/stations/93985864/tunein?song_id=31545
#7 Seal: Here I am (come and take me) http://www.jango.com/stations/93505322/tunein?song_id=210880
# 8 Muse: Supermassive black hole http://www.jango.com/stations/93510964/tunein?song_id=73955
#9 Keane: Somewhere only we know http://www.jango.com/stations/93510964/tunein?song_id=56527
#10 Klaxons; Gravity’s rainbow http://www.jango.com/stations/93985864/tunein?song_id=87603

(*) ferhan şensoy da bu dünyaya az sayıda gelen en süper insanlar listesinin tepelerinde yer alır...

1 Ocak 2009 Perşembe

Adı üstünde “geçen sene çözemedik, bu sene çözelim” ya da resolutions


Öff iyi ki bir sene bitti, öbürüne geçtik; herkes bir dilekler tutmalar, “önüme süper şahane şunlar bunlar fırsat olarak çıksınlar (çalışiyim de yapiyim değil de, onlar beni bulsun tadında)” ve de “sırf bana yetmez enişteme de zart zurt olsun, yengem de bu sene mutluluğu bulsun, bizim mahalleye bilmemne olsun, dünya barışı ve tüm insanların içhuzuru” falan...
Senelerdir şu bir tek günün ne farkı var çözebilmiş değilim, neden düne kadar spor yapmazken sırf seneler bir ilerledi diye insanlar kendilerine sözler verip spor yapma kararı alırlar? “Sene değişti yavrucuğum, sen aynısın – hatta biraz daha yaşlısın artık” diyen kimse olmaz mı bu insanlara? Seneler değişince bizim de değişmemiz tabii olası ama hiç yapmadıklarımızı yapmak anlamında değil de, sanki hayat bizi ne tarafa çekerse onu daha bir sindirmek şeklinde olabilir (bence?).
Bu sene Aslı’yla (Aslı hayvanı değil de, aynı raddede sevdiğim başka bir Aslı) oturduk ve hiçç resolution çıkartamadık. 2009 pek hedefsiz falan başladı; sadece çantamda olan kitabın son sayfasına “materyal olmayan mutluluk sebepleri” gibi çok felsefi bir cümle yazmışım. Şu an tam çözemiyorum manasını, o sırada 3 kadeh şarap içmiştim, sanırım parayla alınamayacak mutluluk gibi çok türkanşoraymışım o anda.
Elaleme kıl olmakla birlikte, yine de okuya okuya “hocam ben napıcam peki bu sene?” diye sorup duruyorum kendime – sanki şart resolutionlaşmak... (gerçi şart sanırım çünkü top 10 resolutions’ı incelemiş “amerikalı bilim adamları” – wikipedia'da bile most popular goals listesi var.. tüm dünya kilo vermek, para biriktirmek, sigarayı bırakmak falan filan aynı şeyleri istiyor...)

O zaman ben de 28 tane kitap okiyim bu sene (averaj 20 tane okurum, zorlayıcı bir hedef olsun bari), evin çeşitli yerlerine dağılmış ve yarım yamalak kalmış kitapları da okuyup bitiriyim, 2 senedir sürüklediğim bir saramago var, ayıp valla koskoca saramagoya. Bir de şu aldığım Nikon D80’imi bir güzel use & abuse ediyim artık, çantasında kuzu kuzu yatıyor yazık. Gitmediğim bir yere gidiyim yine. Bir de daha çok beyaz giyiyim bu sene, şimdi kıyafetlerime baktım da ne çok gri, siyah var ve lütfen yüksek topuklarımdan ayırmasın beni hiçbir güç.
Daha zor olanlar yani hedef konamayanlar ise; daha az üzgün olmak olabilir mesela, özellikle gereksiz alkol alınıp, eve dönülen ve “ulan herşey ne saçma” dedirten zamanları azaltmak.. ve de illa ki daha az yalnız hissetmek – bu sıklıkla kalabalıklarda olan bir durum, kendikendime hiç yalnız hissetmezken, kalabalıklarda hep yalnız hissediyorum – so o kalabalıkları azaltmak iyi olabilir.
Bugün jango’da jazzy gitti gün. En çok Thelonious Monk, Chet Baker, Dave Brubeck, Otis Redding ve Bobby Womack iyi geldiler günüme. Ama size bir Bill Withers şettiriyorum buraya. Lovely Day. Ben buraya koyuyorum, alacak kişi de kendini bilsin bi zahmet :-p
http://www.jango.com/stations/93428431/tunein?song_id=170921