26 Aralık 2008 Cuma

Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım...


Maslak’tan (ki kendisi bence standart bir “anasının örekesi” semttir, artık oldukça uzun olan hayatımın sadece 1-2 senesinde şişli-teşvikiye civarında yaşamış, o seneler haricinde anadolu yakasında selamiçeşme-kalamış-dragos-fenerbahçe semtleri haricinde bir yaşam alanında bulunmamış bendeniz için) saat 14:07’de yola çıktık.
Köprü açık, kar sulusundan ve de "çalan albüm kimdir, cem adrian’a benziyor / yok cem’in sesi daha ince / gripin gibi ama biliyoruz ki zaten ikisi de değil vs vb" muhabbetlerle yol akıcı...
Sabiha Gökçen’i takip ederekten neredeyse İzmit’e kadar gittik (abartıyorum).
Sabiha Gökçen’e gitmeden TEM’den sağa sapmak, Kurtköy / Sultanbeyli / Samandıra tabelalarından “doğru” olanı tespit edip, AVM ve Outlet köpürmesi yaşayan memleketimdeki en son Outlet/AVM olan ViaPort’a ulaşmak hedefimiz. Asla delirdiğimiz için değil (ki aslında mümkün), işimiz gücümüz var, görmemiz gereken şömineli bir duvar, tespit etmemiz gereken “açılışa geç kalan ve ne yapacağı konusunda brief edilmemiş bir fotoğrafçı” var; ayrıca da “kırmızı giyilerek” katılım gösterilmesi gereken bir yılbaşı partisini geride bırakmamız lazım.

Sabiha Gökçen’leri pek güzel takip ettik. KGS’lerden OGS’lerden geçtik. Sabiha’dan oraya buraya uçarken önünden geçtiğimiz “aaa şurda işte” diyegeldiğimiz Viaport’un yine önünden geçtik, sağa saptık... Buraya kadar herşey normal. Muhtemelen saat 15:00 falan – en fazla.

Sonra kurtköy’ün içinden misiniz yoksa siz samandıralılardan mısınız aslen boyutunda en az 1 saat köy görünümlü kentimizde dolandık durduk. "Viaport çoook gerilerde kaldı usta, o şimdi uzak bir anı" dediğimiz anlar geldi, kavşaklarda dörtlüleri yakıp "şimdi napıcaz" telefonları açtık, göbeklerde "1 kesmez bizi, 2 defa dönelim bu göbeği" dedik (görülmesi gereken tabelaların ancak ve ancak göbekten 360 derece dönüşü tamamlayınca gözükmesi bir mühendislik hatası ya da belki de bir mühendislik harikası olabilir mi? olamayabilir mi? alaca karanlık kuşağına düşmüş olabilir miyiz?)
Kipa’nın “evet gerçekten açıldık ve hatta Viaport’tayız” diyen reklam panolarının Viaport’a giden yolu gösteren tek ve en nadide yönlendirmeler olması nedeni ile Kipa’ya liyakat madalyası vermek isteriz. Tam da bu esnada, kurtköy ilköğretim okulunun çıkış saatine denk geldik; sanki Amerika’da falanmışızcasına bilinçsiz bir kız çocuğu elinde bir tarafında geç, diğerinde dur yazan kartın “dur” kırmızısını bana gösterdi, 10 yaşındaki bir kızla laf dalaşına girdim o sinir içinde. Biz geçtikten sonra (ki oradaki göbeği de tam 360 derece dönmek durumunda kaldık) binlerce çocuk, sanki görünmez bir güç onları çağırıyormuş gibi yola saçıldılar... Eğitim şart.

Dönüşe geçtiğimizde, acılarımızın henüz bitmediğine, dönüşün en azından TEM’e çıkışının, gidiş kadar sancılı olacağına emindik – ki haklı çıktık. Tek bir aydınlatma olmayan ara yollarda, "acaba biz mi ters yöndeyiz yoksa şu an üzerimize gelmekte olan kamyon mu" ikilemleri içinde önce çevreyolu, sonra istanbul tabelaları ile huzura erdik.

Ben bakmadım, siz bakın diye, sitelerindeki “ulaşım” bilgisini buraya koyuyorum.


Eve varmak üzereyken Radyo Eksen’de Beast of Burden çaldı, günümü iyi kapattım. Sağolasın izocam ya da yuvarlanan taşın yosun tuttuğu hiç görülmüş mü... http://www.jango.com/music/The+Rolling+Stones?l=0

22 Aralık 2008 Pazartesi

TomWaits'den Black Wings'i dinlerken okunacak yazı...

Chuck der ki, Haunted’da (ki Diary’den sonraki bence en süper kitabıdır):
“It’s not a matter of right and wrong,” Mr.Whittier would say.
Really, there is no wrong. Not in our own minds. Our own reality.
You can never set off to do the wrong thing.
You can never say the wrong thing.
In your own mind, you are always right. Every action you take – what you do or say or how you choose to appear – is automatically right the moment you act.
His hand shaking as he lifts his cup, Mr.Whittier says, “Even if you were to tell yourself, ‘Today, I’m going to drink coffee the wrong way... from a dirty boot.’ Even that would be right, because you chose to drink coffee from that boot.”
Because you can do nothing wrong. You are always right.
Even when you say, “I’m an idiot, I’m so wrong...” you’re right. You’re right about being wrong. You’re right even when you’re an idiot.
“No matter how stupid your idea,” Mr.Whittier would say, “you’re doomed to be right because it’s yours.”
Sonuç itibari ile hayat biraz da kişinin nerede durduğu, kendisine nereden baktığı ve de başkalarının ne gördüğü ile şekilleniyor...



Cuma günü canım o kadar sıkkındı ki, iyi giden birşeyler varken etrafta, adapte olmak istemedim. 30 tane insan vardı, sanırım 2 kişiye falan “meraba” dedim. (Gerçi ben bir akşam yemeğine gidip, masanın yarısına meraba deyip, masanın devamındaki insanlara meraba demeden yerime oturabilecek kadar hayvan bir insanımdır - sebep sorulduğunda da, “masanın o tarafında beni sevmeyen insanlar oturuyordu” diyebilecek kadar bilinçsiz.) Neyse bu sefer etrafımdaki insanlar beni sevmiyorlardı diyemem, çünkü hiçbiri beni tanımıyordu, bunu fırsat bilerek, fiziken grubun içinde gibi ama aslında kafaca başka bir boyutta durdum mekanda. Durdum burada doğru kelime. Hiçbir işe de yaramadım çünkü.
Günü Kitchenette’te birkaç kadeh kırmızı ile virgüllendirmeye yakın (o kadar koşturmacaya rağmen gece bir yemeğe gidecektim), kafam daha da karışıktı.
“Bana en iyi gelen şey kitaplar” dedim. Remzi’ye gittim.


Şimdi Türkiye’de rafların arasında saatlerce oturup kitap alınacak bir kitapevi yok, onu kabul ettik ama bekçi dolaşır mı kitapçıda? Güvenlik görevlisi diyemiyorum çünkü adam çok net bekçi idi. Bir de ayakkabılarının altına metal / çelik bişeyler mi vurdurmuş nedir, her adımı yankılanıyordu Remzi’nin içinde (bir nevi modernize edilmiş bekçi düdüğü), bekçinin adımlarının yankısı yoksa kasiyerin telefonda kuzeni ile konuşması vardı zaten. Kitapevi denen yer, kütüphane kadar sessiz olması gerekirken... Zaten çoğunluğu kapağına bile bakılmayacak kadar kötü kitaplar vardı raflarda. İyice canım sıkıldı, sevdiğim kimler var’ı bile incelemeye gücüm yoktu, ben de direkt yayınevi itibari ile baktım. Bulduğum birkaç Vintage’ı aldım.
Bir Philip Roth okuyorum şimdi, Letting Go.
Okuduğum son sayfada “Lives are complicated and private.” diyor.
"Hakkaten öyle hocam" diyoruz kendisine, saygıyla.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Şimdi de Kibariye'den: Ölürsem kabrime...

Şirket beni seviyor da ondan mı yoksa aslında inceden kıl olduğundan mı tam bilemiyorum ama bir “coaching” programına dahilim. Bu mühim birşey çünkü az sayıda (2009 için sadece 2) kişiye özel bir program planlanıyor. Bu konuda benimle çalışmak için uzun yollar aşaraktan, kendisi de uzuuun bir kadın geldi uzak diyarlardan, acaip uzun çizmeler ve sadece siyah & sözlüklerde bile kendisine yer bulan tanımı ile o mavi: parliament mavisi takılar ve de kıyafetler taşıyan bir kadın... Hadi hayırlısı dedim...
Oturduk, karşılıklı (hafif terapi tadında) "tanışalım" dedi. Haydaa ben böyle kendimi anlatmayalı (allah anlattırmasın) bayağı bir yıl olmuş. Şurda şunu yaptım, ordan sıkıldım buraya gittim, sonra şunu yaptım falan diye anlattırdık bir süre. "Benimle ilgili merak ettiğin birşey var mı?" dedi. "What origin are you?" gibi konumuzla uzaktan yakından alakası olmayan bir soru sordum (o sırada not defterine birşey yazmadıysa da, korkarım sonradan “manasız ve yersiz sorular” diye bir not düşmüş olabilir). "Half British, half Egyptian" dedi.

A-ha! dedim ben de. British gibi konuşan, Egyptian gibi bir kadın.


Brit-Egypt yöneticimizin bir de ismini biliyorum ama napıcaz di mi şimdi kendisini topluma deşifre edip, gerek yok. Bir de title var elimizde: Head of Talent Management. (Yıllar önce bir projede, kartında “Ampul Müdürü” yazan birisi ile tanışmıştım. Sanırım Philips falan için yaptığımız bir projeydi, şimdiye kadar duyduğum en fena title’lar listesinde açık ara 1.dir).


Şirket eğitmenlerinin / İnsan Kaynaklarının eğitim kanadında çalışanlarının bir ortak noktaları var: uzun uzun sohbetler etmeyi seviyorlar. Aslen iletişim insanları oluyor bu kişiler. Bir kahve içelim ama konuşalım istiyorlar. "Ben seni dinlerim, önce sen istediğin kadar anlat" diyorlar. Hakkaten de dinliyorlar, sıkılmıyorlar. Ben mesela o kadar uzun uzun anlatsa birisi, anlattıklarını duyup, ani soru gelirse cevap da verebilirim ama asla dinlemem – bekleyen / aslında o an yapmamda daha çok fayda olan işleri düşünmeye başlarım, kafamda bazılarını çözerim falan hatta; eğer bu kişi masamın yanında / yakınında durup / oturup bana birşeyler anlatıyorsa, zaten direkt 3.dakika itibari ile göz temasını kendisinden hunharca alıp, ekrana veririm, arada kafamı kaldırıp kendisine sıkkın sıkkın bakarım da... Neyse, bu ben gibi olmayan kişiler pür-dikkat karşılarında kendilerine birşeyler anlatan insanlara odaklanıyorlar. HofTM kişisi de beni pür-dikkat dinledikten ve benim “kontrol manyağı” ve de “rahatsızlık verecek derecede direkt” oluşumla ilgili tespitleri kendisi de yaptıktan sonra (ki bu tespitler 2 yaşında gittiğim yuvanın müdiresi zamanında başlayıp, “üzerinde çalışıyorum” diye kendimi kandırma girişimlerime rağmen tüm hocalarım, arkadaşlarım ve tümmm iş arkadaşlarım tarafından tespit edildi / ediliyor yıllardır)... bana bazı çalışma konuları verdi.


Bir tanesi şu daha önce duymuş olabileceğiniz “cenaze” hikayesi. İşte bir sabah kalkıp, herşey normal: dişler fırçalandı, çiş yapıldı, giyinildi, sokağa çıkıldı... falan derken... Uzakta bir kalabalık görüyorsunuz. Kalabalıkta arkadaşlarınız, aileden yakınlar, şirketten insanlar ve hatta konu/komşu/etraf diye tanımlayabileceğiniz birileri var. “Hoca? Hayırdır? Bu insanları ben tanıyorum da, onlar birbirini nerden tanıyor? Niye burda toplaşmışlar?” sorusunun cevabı, şu işe bakınız ki: cenaze aynen sizin cenazeniz. O insanlar sizin için ne diyorlar? Ne demelerini istersiniz? çalışması bu...
Düşünücem ben şimdi. Ne derler? Ne demelerini istiyorum? falan diye.


HofTM’a “huzura ermişim, boşver ver, ne derlerse desinler; sana bişey olmasın” demek istedim ama bunu içimden söylemekle yetinmemin kariyer yolculuğum için daha hayırlı olacağına dair bir ses duydum, sağ omuz başımdan gelen...

Bu coaching; kısmen HofTM kişisinin İstanbul’a gelişi, kısmen benim onunla dünyanın bazı yörelerinde buluşmam, kısmen telefon, kısmen mail aracılığı ile gerçekleşecek. Anlatırım...

14 Aralık 2008 Pazar

Yoksa Mace Bergen’in kocası mı?

Sanat eğitimi almış, koleksiyoner ve de aynı zamanda önemli bir hukuk adamı, birgün Metropolitan’a girer ve Picasso’nun Universal Woman tablosunu “asit” ile mahvederse?!

Kitap biraz adamımızın kafasından geçenler, biraz etrafındaki insanların hakkaten yaşadıkları / söyledikleri, biraz olaya duhul eden sanat polisi (Art Squad, memleketimde de var mıdır?!), savcısı / savunma avukatı vs, onların akıllarından geçenler ve de tv’de / sokaklarda yaşananlardan oluşuyor. Adamımız rüyamda şunu gördüm, sonra aklımdan bunlar geçti falan derken italik harflerle konuşuyor – biraz ezik olmuş. Ama herkes anlasın diye yapmış Everett bunu, o yüzden iyimser ruh halimizi koruyor ve kendisine “peki, hadi öyle olsun” diyoruz.

Akıl ve ruh sağlığı gayet yerinde iken, kendi de tam neden bilemeden, Met’e girip bu işi yapıyor ve de anında yakalanıp, suite tadında ve adında (rothko suite) bir hapisane odasına transport ediliyor. Bu kısmı olasılıklar dahilinde; hatta utanmayıp “neden hiç kimse böyle birşey yapmadı acep şimdiye kadar?” diye de düşündürüyor insanı bi nebze.

Devamında savunma avukatı –ki hot bir colombian-spanish kırması abla görüntüsü çiziliyor gözümüzün önünde, olayı hırsla çözmek isterken (adamımız konu ile ilgili konuşmaya pek ihtiyaç duymuyor çünkü dediğim gibi, kendi de zaten “neden?” sorusuna tam bir cevap veremiyor), işte savcı da olayı kendi kariyeri için acaip önemli gördüğünden (vali mi ne bişey olmak istiyor), kitabımız arada Grisham tadını yakalayacak gibi olsa da, kısa ve akışkan olduğundan, kendini bitirttiriyor.

Asıl bence kitabı acaip (önemli anlamında) kılan, insanların verdiği tepkiler. İşte burası çok gerçek ve yine çok ürkütücü tabi. Önce Mace’in (evet asıl adam Mace) yaptıklarına tepki gösteren ve “beni Picasso’dan ettin” diyenler çoğunlukta iken, giderek adamı putlaştıran ve de “çıkınca benimle evlen, alaska’dayım ve de böyle gözüküyorum” diye fotoğraflı mektup yollayanlar artıyor. Halk galeyana gelip, müzelerdeki / sanat galerilerindeki eserleri vandelize ediveriyor, “art creates money – art is selfish – truth may hate art” pankatları açılıyor çeşitli gösterilerde; tv’ler sadece bu olaya kitlenip açık oturumlar, mace çocukken de mi böyleydi konulu programlar vs yapıyorlar, hatta bir parfüm reklamı sanat galerisinde bir resmi sprey boyayla mahveden bir kadının bir adam tarafından hayvani arzulanmasını plot/script olarak seçip, reklam filmi yapıyor (“racy” intones a sexy female voice – sometimes you have to be very naughty in order to be very nice) ve de en sonunda Met ve Whitney Museum of Art ve Guggenheim kapılarını kapatıyorlar.
Şu prg mesela acaip tüyler ürpertici değil mi?
On Fifth Avenue between Eighty-First and Eighty-Fourth streets, a sunny spring day finds the pyramid of steps leading up to the main entrance of the Met deserted. There are no colorful banners announcing special exhibitions fluttering in the wind. The Metropolitan Museum of Art looms large, cold, and alone, like a distant mausoleum.

Yine bi küçük chuck tadı yakalamış ve de “vay bee hakkatennn olsa ne acaip olur” dünyasında gezinmiş olaraktan, tüh akşam olmuş, haftasonu bitmiş...

13 Aralık 2008 Cumartesi

Kim nerede?!?!?

Yuh! demek istiyorum.
Son zamanlarda şahit olduğum en endişelinesi kampanya.
http://www.avea.com.tr/tr/sta/bireysel/servisler/eglence/kimnerede_demo.html
Sitedeki duyurularında Avea, “sevdiklerinizin nerede olduğunu bilin, aklınız rahat olsun” deyip, örnekler de veriliyor “oğlunuz okula gitti mi?” “kızınız kurstan döndü mü?” “eşiniz ofisten çıktı mı?”

Aklınız rahat olsun diye bir ifadeyi ilk kez duymanın (içiniz rahat olsun değil midir o?) ötesinde, çok korktum. Bir çocuğum olsaydı, saykoya bağlayıp, “dur bakalım okula gitti mi, yoksa sokaklarda sürtüyor mu, dersler bu haldeyken bu hainevlat neler yapıyor, kurslara tonlarca para döküyorum ama o kurs çıkışı gezmelere mi gidiyor?!” der miydim? Ya da “omzunda saç buldum, sarı ve uzun benim diil, acaba bu adam ofisten çıkınca iki tek mi atıyor?!” diye krize girer miydim?
Sanki ben yapmazdım ama yapacağına maalesef emin olduğum birsürü insan tanıyorum, tüm memleket “zaten öldürmeye gitmiştim, oh iyi oldu” ruh halinde iken, bu nasıl bir kampanya? Ve neden?
“İzin al” diye bir ara aşama var... Ama benim karanlık bakış açımı dikkate alırsak, o izin al kısmı tamamen hikaye. Hem her sorgulamada izin alacak bile olsan, zaten o zaman ulaşmış olmuyor musun o insana? Ve de “eve gel” ya da “nerdeysen bilicem ben” demiyor musun? Çok feci.


Bizim gençliğimizde cep telefonu yoktu. Cumartesi Bağdat Caddesinde takılmak için Cumadan program yapılır, saatler mekanlar belirlenir, Cumartesi tekrar telefonla konuşulmazdı bile. 14:00’de A-la-minute’de dediysek, orda olurduk kızlar sürüsü olarak, salata barının başında hatta. Kimseler geç kalmazdı, geç kalınsa da sms marifeti ile “şurdayım, trafik berbat, 1o dakka” falan diye bilgi verilmezdi; paşa paşa bekler birbirimizi, sinire keseceksek de keserdik. Cumartesi okul partileri olduğu zaman, bazen biraz karanlık falan “diskolarda”, giyinip giderdik; evden çıkarken kaç gibi dönebileceğimizi söylerdik belki en fazla...
Okula dair en keyifli anılarım teneffüsler. Hiç şahane eğlendiğim ya da supersonic eğitimler aldığım için hafızamdan çıkmayan dersler yok. Teneffüslerin sonunda çalan zilin duyulmadığı zamanlar var, “i’m sorry i’m late”ler... Sabah ilk iki dersin kırıldığı zamanlar var, kahvaltı etmeye gittik, yetişemedikler. Öğleden sonra son dersin kırıldığı ve Moda’ya Kırıntı’ya gidip, sonra Kadıköy’e McDonalds’a gidip, hem dedikodu yaptık, hem de bi yedik, bi yedik, çok tokum valla dönemleri; giderek lise son’da okulu kırıp Kadıköy’de Mercan’da bira içmeler. Son sene Mef’e gittiğimiz zaman, Melda’yla aynı saatlerde ama farklı sınıflarda idik, birçok Pazar sabahını izbe bir cafe/pastanede “hayata dair” konuşmalarla geçirmiştik. Üniversitede bir dönem boyunca hergün okula gittim, haftanın bazı günleri hiç derse gitmedim. Bebek’te kahvaltı - muhabbet, sonra acıktık hadi Vagabondo’s’a pizza yemeğe... Ece istanbul’a geldiğinde – ki tüm sömestr tatili demekti bu, nerde olduğumuz belli olmazdı, insan dediğin kuş misali bir yerde yemek yerken, başka bir yerde fotoğraf çektirir, sonra bambaşka bir yerde “çok gizli” bir partiye pop-up eder, ordan gider saatlerce kendimizi bir kitapçıya kapatır, sonra elimizde aynı kitaplarla çıkardık.
Hayat böyle güzeldi. Benim annem de beni merak ederdi. Evli olduğum dönemde “geç kaldım” diye dertlenen bir kocam da olmuştu. Ama kimsenin nerde olduğumu öğrenmek için cebimden beni haritalandırması söz konusu olmadı, çok şükür!
Hala hayatımdaki en büyük lüksün, kimselere hesap vermemek olduğunu düşünüyorum. Gece-gündüz, istediğim saatte... Yazın sabah uyanıp “bugün yazlığa gidiyim, sürpriz olsun” demenin ve biranda kalkıp 2 bikini-1 kot-1 t-shirtle yollara koyulmanın hazzını hiçbirşeyle değişmem.
Scott Adams yıllar önce “ensesine chip takılan ve cubicle’lar arasında nerde olduğu belirlenen Dilbert” karikatürü çizdiğinde, gerçek olabileceğini düşünmüştüm de, özel hayata bu kadar müdahale edilebileceğini hiç aklıma getirmemiştim...
Be afraid. Be very afraid...

11 Aralık 2008 Perşembe

The Story inside the Story

When she was old, too, grey-haired, she went to the photographer’s, alone, and had her photograph taken in her best dark red dress and her two bits of jewellery, the locket and the gold and jade brooch, a little round of jade sheathed in gold. In her photo her hair’s done nicely, her clothes just so, butter wouldn’t melt in her mouth.
The better-off natives used to go to the photographer’s too, just once in their lives, when they saw death was near. Their photos were large, all the same size, hung in handsome gilt frames near the altars to their ancestors. All these photographs of different people, and I’ve seen many of them, give practically identical results, the resemblance was stunning. It wasn’t just because all old people look alike, but because the portraits themselves were invariably touched up in such a way that any facial pecularities, if there were any left, were minimized. All the faces were prepared in the same way to confront eternity, all toned down, all uniformly rejuvenated. (...) And they all wore an expression I’d still recognize anywhere.

My mother’s expression in the photograph with the red dress was the same. Noble, some would say. Others would call it withdrawn.

Bilelim Öğrenelim. Öğrenelim Şaşalım.

Duras, based the book on her own life and was 70, an old woman, when she wrote it. It went on to win the Prix Goncourt, France’s most famous literary prize, sold over 3 million copies in France alone.
Marguerite Donnadieu was born on April 14, 1914 in Gia Dinh, a town in the south of French Indochina, now Vietnam, north of Saigon. At age 15, she met Lee, a rich young Chinese man – the Lover. In 1984, when her most successful book established her fame; she was seperated from her second husband, alcoholic, and living with a much younger man.
Throughout her life, Duras stuck to her guns, which made her difficult to live and work with. She herself said, “I’m not sure I could put up with Duras.”
She died in Paris in 1996 and is buried along with Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Eugene Ionesco and Guy de Maupassant, in the Cimetière de Montparnasse.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Yurdum İnsanı

Acaip sıkıldım A.R.O.G. vs Recep İvedik muhabbetlerinden. Ne pis polemikmiş. A.R.O.G.’u belki de bu yüzden sevmedim. Güldüğüm yerleri hatırlamıyorum bile şimdi. Ekranda sürekli CMYLMZ’ı ve ekürilerini görmek çok acıklı geliyor. Nasıl yoğun bir PR planı yapmışlar kardeşim! Ve de her seferinde “A.R.O.G. özel yayını” ya da “programlara hiççç çıkmayan cem yılmaz, sadece bize geldiii” gibi bir cümle mutlaka kullanılmakta... Koskoca CemYılmaz da biteviye “çok güldük biz çekerken, aha hahah hah bakın hala gülüyorum” demekte... Her geçtiğim kanalda (ki TV izlemeyen bir bünyem var aslen) TTNetTürkTelekomAvea reklamları, sokakta kafamı çevirdiğim heryer A.R.O.G. afişi.
A.R.O.G. altı olduk ve hatta A.R.O.G. sivilceleri çıkartıcam yakında.

Tüm bu A.R.O.G. stresi yetmezmiş gibi, 3 aydır falan “ama bi de şöyle bir durum var” dememize rağmen, Recepİvedik2 için bizim mağazada çekim yapılmasına istinaden tüm şartları yerine getirdi Rİ2 ekibi.
Dün sabah 09:00’dan 21:00’e kadar mağazada (hem Pazar, hem bayram arifesi olmasına istinaden daha da keyifli!!) Rİ2’nin bir sahnesi çekildi. Hiç de eğlenceli değillerdi, öyle arkaplanda sürekli gülelim, sevelim, sevilelim bir halleri varmış ya da olabilirmiş gibi gelmedi bana. “SESSSİZZZLİKKKK” diye bağıran bazı insanlar, “HEMEN YERLERİMİZE, TEKRAR EDİYORUZ” diye bağıran aynı insanlar, “TRAFİKKKK” diye bağıran aynı insanlar, “Pelin Hanım tekrar alalım sizi” diye seslenen aynı insanlar vardı; bi de çok ciddi “HALA TELEFON SESİ GELİYOR KULAĞIMA” diye “höt!” eden yönetim.


Recepİvedik karakteri çok gerçek geliyor bana. Burnu 10 santim kadar uzun, yılan derisi taklidi ayakkabılarının arkasına basıyor. Aynı pantolon, aynı gömlek ve illa ki süet taklidi bir mont giyiyor. Yüzündeki kıllar biraz abartılı ve fazla koyu ama salaklığı ve öküzlüğü ile gerçekten de yurdum insanı. (Misal ben geçen hafta bir kez bile “öküz” demek ihtiyacı hissetmemişken, havaalanından çıktığım anda taksi şoförüne, yanımdaki aracın sürücüsüne, karşıdan karşıya geçmeye yeltenen yayaya, ışıkta durmayan ayıya – ki bknz hemen şu anda bile şoför/sürücü/yaya’yı takiben bir ayı geldi beynimin kıvrımlarından parmak uçlarıma emir olaraktan, “öküzzz” dedim arabayı kullanırken).
Çok gerçek ve çok yurdum insanı olan Rİ dün beni çok yordu. Sahne çekilirken çok gerildim. Tam olarak neye gerildim bilmiyorum. Scripti okumuştuk, sahnenin tüm detaylarını da biliyorduk, “dikkat” dediğimiz herşeye dikkat de ettiler (castteki kızın ojelerini sildirdik, saçını toplattık, makyajını azalttık, yaptık ettik dedik...), söyledikleri şeyin haricinde birşey yapmadılar, partneri oynayan kız cin gibiydi, pattkütt gereken yerlerde gereken lafları giydirdi, “caramel macchiato veriyim içine de extra espresso shot ekleriz” dedi, bunu diyebildi! ve de son plan da çekildi... “Bitti o zaman” dediklerinde, film de gerçekten bizim mağazada bitti. Şampanyalarını patlattılar, bize teşekkür ettiler, gittiler. Şimdi montaj öncesi son halini de görücez...
Neden gerildim o zaman?? Sanırım beni rahatsız eden, benim dünyama bu kadar yakın temas girişiydi Recepİvedik’in. Reklamlarda ve filmlerde pek seviyorum kendisini ve de çok gerçek buluyorum ama her sabah kahvemi aldığım, gün içinde defalarca inip toplantılarımı yaptığım mağazamda görmek biraz ağır geldi... Umarım film Rİ gerçeğinden uzak bir film olmaz, yurdum insanının portresi olur.

Ve de sanırım bu hayatta hiçbirşey için yüksek beklentiye girmemek, bazen sürprizlere yer bırakmak lazım.

A.R.O.G. için beş dakika sessizlik...

Çok üşüdüm, iyi ki döndüm.

Pazartesi sabahı gittim. Çok soğuktu. İnerinmez üşüdüm.

Her seferinde yaptığım gibi, asıl gitmem gereken yere önce “dur ben ordan diil de, burdan gidiyim” dedim. Chizwick park’ta indim. Sonra “abicim, niye kasıyorsun?” dedim. Bekledim ki, gelsin Richmond. Döndüm Turnham Green’e. Bir durak sonra Gunnersbury’de indim.




Azcık yürüdüm, yüzüm gözüm soğuk. Chizwick Mayor pek çok retro...



Akşam Chutney Mary’de bol alkol ve indian food.










Sonra; hep mi soğuk olur Londra? Ve de metro’da çalışma var, yandan geç...

Akşamlar hep alkollü. Bischop’s Gate’de champagne ve smoked & cured plate ve arjantinlerden gelme bir pinot....


Hiç alışverişsiz –bi kedim bile yok- ne kitap, ne cd, ne granola; sadece bir gömlek, bir babet alarak döndüm.









Gelirgelmez A.R.O.G. :-( Çok mu yüksekti beklentim? Çok mu fazla bu hayalkırıklığı? :-(

Bu gece acaip içesim var – ki içiyim o zaman diyerek, yurdumun en güzel şarabı kavaklıdere boğazkereyi açtım, bir meharis yaktım. Kafam dumanlı...

6 Aralık 2008 Cumartesi

One Day in Alaçatı